Bugun...
SON DAKİKA

25 KASIM KADINA YÖNELİK ŞİDDET ÜZERİNE

 Tarih: 24-11-2022 17:00:00
ESEN GÖKTOĞAN

 

Bugün erkeğe yönelik değil, kadına yönelik şiddetten bahsediyorsak; bu aynı zamanda kadınların bu düzende şiddete açık, yani daha güçsüz ve korumasız durumda oldukları anlamına gelir. Peki, neden böyle? Neden toplumda birkaç örnek dışında, şiddetin yöneldiği ekseriyetle kadınlar oluyor?  Örneğin neden yargıçlar kadın cinayeti davalarında erkeğin o saatte orada ne işi olduğunu, nasıl giyindiğini, davranışlarının uygunluğunu sorgulamıyor da artık hayatta olmayan kadınların yaşam biçimlerini masaya yatırıyor? Bunun cevabı için “toplumsal ön kabuller sayesinde” diyebilirsiniz. Bir kadının ardından bu tür sorular sorulabiliyorsa; o zaman toplumda kadına dair biçilmiş birtakım ön kabuller, davranış kalıpları olmalıdır. Kim döküyor bu ön kabulleri kalıba? Her çocuğu “şekillendiren” anneler mi, yoksa dünyayı yöneten “eril zihniyet “mi? Hayır, bu ikisi kadına yönelik toplumsal algının taşıyıcıları olabilirler belki ama belirleyicileri olamazlar. Çünkü kadına yönelik tüm bu toplumsal ön kabuller üretim tarzının belirlediği ilişkilertarafından kalıba dökülüyor. Yani bu ön kabuller kapitalizm tarafından oluşturuluyor. Yani kadının güçsüz konumunun nedeni, toplumsal üretimde düzen tarafından konumlandırıldığı yerden kaynaklıdır. Kapitalizm, bir üretim tarzı olarak ortaya çıktığında işe önce, erkeklerin emeğini sömürerek başladı. Kadına düşen ise ev işleri, çocuk, hasta ve yaşlı bakımı oldu. Yani kapitalizm önceleri erkeğe fabrikayı, kadına da evi işaret etmiş oluyordu. Bundan hala vazgeçmiş değil. Kişilerin anne, baba, çocuklar olduğu bu hikaye, “aile çatısı” altında geçiyor ve ne acı ki şiddet bu çatı altında yeşeriyor. Kapitalizmin çarklarında ezilen işçi, öfkesini aile çatısı altındaki güçsüzlere,  kadına ve çocuklara yöneltiyor.

Öfke soğurma ve yeniden üretim işleyişleriyle donatılmış aile, kapitalizm için hayati önemdedir. İşte bu yüzden sermaye sınıfı hala “evlatlarınızı evlendirin” diye anne babalara nasihat vermekten kadına ve her fırsatta evi, anneliği işaret etmekten “ üç çocuk beş çocuk yapın” demekten kendisini alamaz. Yeni iş gücü yarattığından dolayı nüfus artışı onlar için önemlidir. Bu yüzden gençler bir an önce evlenmeli, çoluğa çocuğa karışmalı, müstakbel işçiler yetiştirmelidir.

Kapitalizm kadına üretim ilişkileri içinde ailenin yeniden üretimi rolünü biçmiştir. .( Toplumsal yeniden üretim (TYÜ) üç boyutlu emek sürecini içeriyor: a) türün biyolojik yeniden üretimi -üreme; b) emek gücünün yeniden üretimi ve c) tedarik ve bakım ihtiyaçlarının yeniden üretimi. Kadınların karşılıksız emeği, TYÜ’nün tüm boyutlarını kuşatıyor. Kadınlar ilkin biyolojilerinden gelen özellikleriyle insan yavrusunu üretirler, böylece insan türünün devamlılığını sağladıkları gibi, yarının emekçilerini de üretmiş olurlar. İkincisi, kocalarının / sevgililerinin, aynı hanede yaşadıkları diğer erkeklerin zinde ve sağlıklı bir biçimde işe gitmesinin koşullarını hazırlayarak -erkek- emek gücünü her gün yeniden üretirler. Üçüncüsü çocuklara, yaşlılara, hastalara ve engellilere bakarlar. Kadınların bu emek süreci ücretli işten farklıdır; ücretsizdir, kapitalist anlamda değer yaratmaz, meta üretmez. )

Makineleşmeyle birlikte kadının üretim ilişkilerindeki rolü farklılaştı, ancak tümüyle değişemeden adeta öncesi ile sonrası arasında kaldı. Kadın; ne ailedeki yüklerinden kurtulabildi, ne de tümüyle ucuz işgücü olmaktan. Adeta iki işte çalışır oldu; biri ücretsiz gördüğü ev işleri, diğeri düşük ücretle çalıştığı fabrikalar, atölyeler, ofisler, oteller vs. İşte burada bir sorun başladı; çocuklar ne olacak?

Egemen düşünce olan liberalizme göre, herkesin çocuğunu “özgürce” ve dilediği gibi yetiştirme hakkı olmalıdır. Liberal iktisat işlevleri olabildiğince “küçültülmüş” devlet yapısını savunur. Kreş kurmak oldukça maliyetli bir iştir. Devlet üstlenmez, işveren üstlenmez ve ne yazık ki bu ihale annelere kalır.

Kadınların toplumsal yaşama katılmasında bu denli belirleyici olan “çocuk bakımı” bilinçlice çözümsüz bırakılmıştır. Aile içi yüklerle toplumsal konumu güçsüzleştirilen kadın emek piyasasına ucuz işgücü olarak arz edilmiştir. Kadın yuvası ve işyeri arasında adeta ikiye bölünmüştür. Peki, kadın hem aile içi sorumluluklarını yerine getirip hem de iş gücü olmaya nasıl ikna edildi? Hiçbir kadına hem düşük ücretle çalışmak hem de onca ev işini yapıp çocuk bakmak cazip gelmeyecekti.  İşte orada anneliğe hemen kutsallık atfedildi. Bu yetmedi, bu gün kutsal anneliğin yanına süper annelik eklendi.  Kapitalizm kayıt dışı iş gücünün ucuz sömürünün muhatabı olan kadınları anneliğin “kutsal” kısmına özendirirken, orta sınıf ideolojisinin kapsayabildiği kadınlarıda çalışma yaşamında gösterdiği başarısını annelikte de süper anneliğe özendirdi. “Süper anneler” kapitalizmin kadına yüklediği rollerden sıyrılmadığı gibi, tersine iki yüz yıllık rolleri bir güzel paketlenmiş olarak kucaklarında bulurlar.

Böylece daima “önce anne” olduğu hatırlatılan kadından, anne olsun olmasın, buna göre davranması, giyinmesi, yaşanması istendi.  Kadınlar için önceliğin aile olarak belirlenmesi ve bir iş gücü olarak aile bağlarıyla ölçülmeleri, ister evli olsunlar ister bekar, kadınları çalışma yaşamında güçsüzlüğe mahkum etti. Kadınlar ancak düşük ücretleri, esnek çalışma saatlerini ve çoğunlukla kayıt dışı çalışmayı kabul ettikleri takdirde iş bulabilir hale geldiler. Kriz dönemlerinde de ilk gözden çıkarılanlar onlar oldu. Kadın işçilerin nitelikli olsalar bile daha düşük ücretle çalıştırılmaları, genel ücretleri aşağı çekmeye elverişli zemin hazırlandı. Kadının ucuz iş gücü olarak kalabilmesi içinse, hem toplumsal yaşama katılması hem de kadının güçlenmesinin önüne geçilmesi gerekiyordu. Burada kadını bir “ günah”  objesi olarak tarif eden, ona örtünmeyi emreden ve erkeğe üstünlük atfeden inanışlar çok iş gördü. Aydınlanmacılığın yerini gericilik aldıkça kadınlar her yönüyle toplumun müdahalesine daha açık hale geldiler. Kadın güvenli ve rahatsız edilmeden evine dönebilmek için ne giyeceğine, nasıl yürüyeceğine, nasıl davranacağına, eve kaçta döneceğine evden çıkmadan önce toplumsal yargılara bakarak karar verir oldu.

Yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız gibi kadına yönelik şiddet sınıflı toplumların ve dolayısıyla sınıflı toplumların son durağı olan kapitalizmin organik bir sorundur. Bu sorun AKP iktidarının gerici ve piyasacı politikalarıyla AKP’li yıllarda katlanarak artmıştır.

Nasıl ki bu düzende en ileri iş hukuku yasasına sahip olsak bile, patronların kar hırsı uğruna iş cinayetlerinin yaşanacağından eminsek; en “kadın dostu” yasaya sahip olsak bile kadın cinayetlerinin süreceğini söyleyebiliriz. Bunu derken haklarımız için mücadele etmeyelim demiyorum; ancak sadece buraya odaklanmış bir mücadelenin kadınlara gerçek bir çözüm sunmayacağını vurgulamak istiyorum. Ne yazık ki tüm diğer üstyapı kurumları gibi hukuk da; egemen sınıfın çıkarlarını korumak amacını gütmektedir. Bir hakkın kanunda yazıyor olması; toplumdaki herkesin bu hakkı dilediğinde kullanabilmesine olanak vermez. Çünkü yasayazılı hukuk kurallarının üzerine değil, sınıfsal gerçeklikler üzerine kuruludur.

Yirmi yıl önce liberalizmin desteği ile hükümet olan dinci gericilik, Cumhuriyet’in kazanımlarına savaş açarak yola koyuldu. Bu savaşın sonuçlarından kadınlar, erkeklere kıyasla çok daha fazla etkilendiler.

Kadınların evlerinde, sokakta ya da işyerlerinde başlayan şiddete maruz kalma durumları, ardından işleyen adli süreçte de devam ediyor. Polis tarafından şiddet gördüğü eve sırtı sıvazlanarak geri gönderilen ya da korunma talepleri ciddiye alınmayan kadınların, yalnızlık, güvensizlik ve çaresizlikduygularıyla pek çok kez şiddetten kimseye söz etmediğini biliyoruz. Korunma kararı çıkarıldıktan sonra öldürülenlerin varlığı, kadınların, güven duymama konusundaki haklılığını kanıtlıyor. Fiziksel – cinsel şiddet ya da cinayet davalarında uygulanan haksız tahrik ve iyi hal indirimleri de şiddetin yasa koyucuları tarafından nasıl algılandığının bir göstergesi.

Kadınlara uygulanan şiddet, kadının toplumdaki yeri ve gördüğü baskıdan ayrı düşünülemez. Bu nedenle kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele aynı zamanda kadının gerçek eşitliği ve özgürlüğü için mücadeleye bağlanmak durumundadır. Şiddeti var eden koşulların tartışılmadığı mücadeleden çıkan enerji, şiddeti uygulayanlardan tüm erkeklere yönelen bir öfkeye dönüşürken, amaç da kadınların şiddetten korunmasına indirgenmiş oldu. Kadın sığınma evleri elbette şiddet tehdidi altındaki kadınları ve çocuklarını korumaya yönelik atılmış önemli adımlardandır. Ancak sorunun kaynağı sorunu üretmeye devam ettiğinden sığınma evlerinin işlevi de kısıtlı kalmaktadır. Kadınlara uygulanan şiddeti, sadece erkek cinsinin evrensel ve değişmez bir gerçekliği olarak kavramak, kadınların ikincil konumundan ve baskıdan kurtuluşunu da olanaksız kılmaktadır.

Bugün şiddetin çoğunlukla erkek eliyle gerçekleşiyor olması bir gerçekliktir. Ancak biliyoruz ki, tüm erkekler birer şiddet uygulayıcısı olmadığı gibi kadınların tahakküm altına alınmasından yana da değildir.

Gericiliğin ve sömürünün olmayacağı bir düzende, kadınlar geleneksel ve dinsel referanslarla değil toplumsal yaşamın içinde eşit bir yurttaş olarak muamele göreceklerdir. Bunun teminatı yalnızca hukuki zemin değil,  aynı zamanda ev içindeki angarya iş yükünün toplumsallaştırılarak kadınların özgürleştirilmesi adına verilecek kamusal hizmetler olmalıdır. Kadınların bugünkü haklarının korunmasının, hatta ileriye taşınmasının da yolu verilecek mücadelenin kadınlar için yaşamsal önemde olan laiklik, kamuculuk, özelleştirme karşıtlığı gibi değerler etrafında yaratılacak bir toplumsal mücadeleyle yürütülmesinden geçiyor.

  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
YUKARI