Bugun...
SON DAKİKA

“İki konak arasında bir otağa sahip olamayan adam koca bir devleti nasıl idare eder?”

 Tarih: 20-03-2023 15:53:00
VOLKAN ÖZKIR

Kişisel ikbal hesapları için yaşayanlar, ekmek elden su gölden gelsin, yaşayanlara karşın, karekterli ,onurlu ekmek parası derdindeki  iyi bir adam bile adaletin peşine düştüğü zaman kötü bir adama dönüşebiliyor (dönüşme ihtimali kaçınılmaz/olabilir). İnsanın hayata karşı ilkeleri doğrultusunda bir duruşu, değerleri doğrultusunda da toplumdaki yaşamında sevgiyle var olmalı. Descartes "düşünüyorum , öyleyse varım " der. Kapitalizm de bize yeni bir şey öğretti. "Tüketiyorum , öyleyse varım". Tercih meselesi ister öylesin , ister böyle de olsa , gerçek ve doğru tekdir.

Şu son günler de hep duyuyoruz birbirine karşı ilk nefeste  insanmısın sen ? insan ol, vs...

İnsan kelimesi  ne anlama geliyor ? Ne anlama geldiğini biliyormusun ? Hiç düşündün mü ?  Kur’an’da, “İnsan”  kelimesi "nisyan"dan türemiş. “unutan varlık anlamında” ins kökünden, kendisine öğretilen varlık anlamında înâs mastarından veya “çok hareket etmek” manasındaki nvs kökünden türediği söylenmektedir.. Bizim en kadim hakikatimizdir bu. İnsan olarak nerden geldiğimizi, kim olduğumuzu "unuttuk"ya da kim olduğunu unutanlar; insan beyni unutur , ancak kalbi unutmaz. 

Yeni bir, bin yıla girdiğimiz şu yıllarda, insan olma haysiyetini yitiriyormuyuz ne ? Adeta herkes birbirine kin güdüyor.

Memlekette de Dünyada da  durum bu..  Bir asırdır değişen bir şey yok gibi , oysaki sevgiyle var olmalı . İnsanda, hepimizde  güvenli alanlara sığınma isteği vardır. Başkalarının ıstırabı karşısında insan yüreği bu kadar duygusuz kalırsa her şey boşunadır.

İlber Ortaylı " farklı insanlar arayıp bulun , dünyanız değişsin " diyor. "Bir ömür nasıl yaşanır" kitabında .

Şimdi ki zamanın yapay ışığında yaşadığımız/yaşamaya çalışdığımız hayatlarda hasret kaldık yeni dünyalar keşfetmeye . 

İnsan ne tuhaf. Yapmak istediği yahut istemediği ne varsa bir âna, bir işe, bir başka "şey"e bağlamak istiyor bunu. Suçlamak, bahane etmek için ya da nasıl diyelim, bilirsiniz işte. Fatma Nur Kaptanoğlu başka bir öyküsünde, "Doğanın bana tam şu anda bir işaret göndermesi gerek. Ani bir yağmur, deprem, kum fırtınası. Hiç fark etmez." diyor ve varlığından emin olamadığımız bir şarkı çalıyor: "Bir yağmur bile yağdıramayacaksak sevgilim karşılaşmamızın ne anlamı vardı?" Sonra şarkı bitiyor . Öykü böyle.

 Bazen bazı şeyleri geride bırakabilmek, hata ettiğimizi kabullenmek gerek. Ömer Seyfettin bir başka öyküsünde, "İnsanlar ne tuhaftır. Fikrine, ümidine, arzusuna muhalif bir şeye rast gelince hemen bozulur." der. Hayat her zaman bize uymaz . Her şeye rağmen devam eder. Hayat , doğa kendi bildiğine okur.  Doğa insana meydan okurcasına , hatalarını acı gerçeklerle fatura eder. 

Ömer Seyfettin in Bomba isimli öyküsünden "alıntıladığım" bir sayfa :

Yağmur durmadan yağıyordu. 
   Konak, çamurlu, bozuk bir yolun sağında kurulmuştu. Her taraftan seller akıyor, askerler sırayla yerlerine geliyorlar, çadırlar kuruluyor, kazanlar indiriliyor, ötede beride ateşler parlıyordu. Bu kalabalığın arasında Tosun Bey’in al atıyla süzüldüğü görüldü. İki konak geriden orduya yetişmişti. Yol kenarında semeri devrilmiş bir katırı kaldıran yeniçerilere sordu: 
   “Otağ-ı hümayun nerede ağalar?” 
   Yeniçeriler onu görünce doğruldular, hürmetle selamladılar. En yaşlıları cevap verdi: 
   “Kurulmadı.”
   “Efendimiz geri mi gitti?”
   “Hayır.”
   “Ya nerede?”
   “Sadrazam Paşa’nın çadırında.”
   Tosun Bey durdu. Yeniçerinin yüzüne dikkatle baktı. Tekrar sordu:
   “Otağ-ı hümayun nerede kurulmuş?”
   “Kurulmamış.”
   “Niçin?”
   “Kaybolmuş...”
   “Ne?”
   “...”
   Yeniçeri sustu. Önüne baktı.
   “Otağ-ı hümayun mu kaybolmuş?”
   “Evet...”
   Tosun Bey fena halde hiddetlendi. Dişlerini sıktı. Otağ-ı hümayun nasıl kaybolurdu? Bunu havsalası almıyordu. Padişah onca mukaddesti. Otağ onun nazarında müteharrik bir Kâbe’ydi. Kâbe’si yıkılan bir mümin tehalüküyle ağır, keskin mahmuzlarını atının karnına vurdu. Islak tuğlarıyla bayrak direkleri görünen sadrazam çadırına doğru saldırdı. Ama pek ileri gitmedi. Seğirdim ustaları yağmur içinde dolaşıyordu... Kendisini pek seven Kazasker Perviz Efendi’nin çadırını ördü. Yere atladı. Atını koşan bir hademeye verdi. Kahramanane şiirlerini okuduğu perviz Efendi, çadırın içinde ayaktaydı. Nişancı Eğri Abdizade Mahmut Çelebi ile Şabaç Köprüsü’nün Semendire Beylerbeyi Bayram Bey tarafından nasıl yapıldığını konuşuyordu. Onun girdiğini görünce: 
   “Hayrola, Tosun Bey!” diye lafını kesti.
   Tosun Bey titriyordu. Kendine malik değildi:
   “Otağ-ı hümayun kaybolmuş.”
   “Evet oğlum.”
   “Bu nasıl olur, efendi hazretleri?”
   “Yolu şaşırmışlar belki...”
   “Sadrazam Paşa bir konak önden gidiyor. Nasıl kaybetmiş?”
   “...”
   Perviz Efendi cevap vermedi. Mahmut Çelebi yağmurun, fırtınanın şiddetinden bahsetmek istedi. Tosun Bey coşuyordu. Açtı ağzını kapadı gözünü... Artık bu kadar kayıtsızlık olur muydu? Bu kulluğa yakışır mıydı? Hasta velinimet hiç düşünülmüyordu. Ya otağı suya kaptırdılarsa... Ya taht bulunmazsa... Daha İstanbul’dan çıkmazdan evvel bir çavuş gönderilerek Semlin’e mülakat için çağırılan Zigismond’u padişah nerede huzuruna kabul edecekti? Bir parça yağmurdan yollarını şaşıran, dağılan orduya padişah nasıl emniyet edecekti? Tosun Bey, cesur adamlara mahsus o mütecaviz pervasızlıkla ağzına geleni söylüyordu.

   “İki konak arasında bir otağa sahip olamayan adam koca bir devleti nasıl idare eder?” dedi.

 

  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
YUKARI