Hepimiz görüyoruz, biliyoruz: Dünyanın dört bir yanında yangınlar büyüyor, krizler derinleşiyor ve insanoğlunun en temel ihtiyacı olan barış, her zamankinden daha uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Ve bu krizlerin, bu yangınların arkasında çok tanıdık bir el, çok tanıdık bir ses var: NATO. Yıllardır bize "barış paktı," "kolektif savunma mekanizması," "demokrasi bekçisi" diye yutturulmaya çalışılan bu aygıtın gerçek yüzünü artık her birimiz çok net görebilmeliyiz. Zira bize barış nutukları çekenlerin elinde, halkların kanı kurumadı daha. Bu kanlı tarih, her defasında bize aynı gerçeği haykırıyor: Emperyalizm ve barış bir arada bulunmaz. NATO'nun tarihi, emperyalizmin kanlı bir aynası gibidir; kuruluşundan itibaren sürekli bir genişleme ve saldırganlık politikası izlemiştir. Soğuk Savaş döneminde, "komünizm tehdidi" bahanesiyle kurulan bu askeri blok, özünde Amerikan emperyalizminin küresel hegemonyasını pekiştirme ve kapitalist sistemin çıkarlarını koruma aracı oldu. Berlin Duvarı yıkıldı, Sovyetler Birliği dağıldı, peki NATO ne yaptı? "Tehdit" ortadan kalktığı halde kendini feshetmek bir yana, daha da genişledi, daha da saldırganlaştı. Doğu Avrupa'ya doğru genişlemesi, eski sosyalist ülkeleri kendi yörüngesine çekmesi, Rusya sınırlarına yığılması bölgedeki gerilimi tırmandırmaktan başka ne işe yaradı? Finlandiya ve İsveç'in 2024 ve 2025'teki katılım süreçleri de bunun en açık göstergesi. Barış getirmekten çok, sınırları daha da militarize eden, zaten gergin olan bölgeleri daha da yangın yerine çeviren bir politika bu. Her yeni üye, ittifakın "savunma" kalkanını genişletmekten çok, yeni cepheler açma potansiyelini artırmaktadır. NATO'nun müdahale sicili, tarihin sayfalarında kara bir leke olarak durmaktadır. Unutmadık, 1999'da Yugoslavya'nın nasıl parçalandığını, Sırp halkının üzerine nasıl bombalar yağdırıldığını. Hani nerede o "insani müdahale" masalları? Sonuçta koca bir ülke paramparça edildi, etnik gerilimler körüklendi, emperyalist şirketler yeni pazarlara girdi, kaynaklar yağmalandı. NATO bombardımanları, sivil can kayıplarına, altyapının yıkımına ve Kosova gibi bölgelerde uzun süreli istikrarsızlığa yol açtı. Libya'da Kaddafi'nin devrilmesiyle ülkenin nasıl bir iç savaşa sürüklendiğini, IŞİD gibi barbar örgütlerin nasıl palazlandığını görmüyor muyuz? Bir zamanlar Kuzey Afrika'nın refah içinde yaşayan en istikrarlı ülkelerinden biri, bugün paramparça, dış güçlerin kuklası haline gelmiş durumda, terör örgütlerinin cirit attığı bir sahaya dönüşmüş vaziyette. Afganistan'da "demokrasi götürüyoruz" diye girdikleri topraklarda nasıl bir kan gölü yarattıklarını, yirmi yıla yakın süren işgalin ardından ne denli bir yıkım bıraktıklarını, en sonunda da Taliban'a ülkeyi teslim edip kaçtıklarını unuttuk mu sanıyorlar? Irak'ta kitle imha silahları yalanıyla başlayan işgalin milyonlarca insanın hayatına mal olduğunu, tüm Ortadoğu'yu ateşe attığını aklımızdan çıkarmayız. Bu örnekler uzar gider... Her yerde aynı senaryo: Silah tüccarlarının kasaları doluyor, işbirlikçi rejimler palazlanıyor, halklar birbirine düşman ediliyor. NATO, adeta bir yangın söndürücü değil, aksine ateşe benzin döken bir aygıt gibi işliyor; kaos ve istikrarsızlık, emperyalistlerin daha fazla müdahale etmesi için bir gerekçe oluyor.
Bu süreçte en dikkat çekici detaylardan biri de, NATO'nun sürekli körüklediği silahlanma yarışı. "Savunma harcamalarını artırın!" çağrıları, "Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'nın yüzde ikisi savunmaya ayrılsın!" dayatmaları... Bunlar neyin nesi? Gerçekten barışı mı sağlıyorlar? Hayır. Tam tersine, dünyayı daha da güvensiz bir yer haline getiriyorlar. Ülkelerin bütçelerinden milyarlarca dolar, halkın sağlığından, eğitiminden, refahından kesilerek silahlara akıtılıyor. Güncel rakamlara baktığımızda tablo daha da vahimleşiyor: Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) verilerine göre, 2024 yılında küresel askeri harcamalar, 2023'e göre yüzde 9,4 artarak 2 trilyon 718 milyar dolara ulaştı. Bu rakam, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana görülen en dik yıllık artış ve üst üste onuncu yıl kaydedilen bir yükseliş. Küresel gayri safi yurt içi hasıla'nın (GSYİH) yüzde 2,5'i askeri harcamalara ayrıldı. Bu devasa pastanın aslan payını elbette NATO üyesi ülkeler oluşturuyor. ABD'nin askeri harcamaları, tek başına küresel toplamın yüzde 37'sini, yani 997 milyar doları aşıyor. Bu inanılmaz meblağlar kimin cebini dolduruyor peki? Tabii ki başta ABD olmak üzere, büyük silah tekellerinin. Lockheed Martin'ler, Boeing'ler, Raytheon'lar, BAE Systems'ler... Bu şirketlerin kârları, dünyanın dört bir yanında dökülen kanla katlanıyor. Bir tarafta milyonlarca insan açlık ve yoksullukla boğuşurken, diğer tarafta en modern savaş uçakları, füzeler, tanklar üretiliyor. Bu, insanlığa karşı işlenen büyük bir suç değil de nedir? Bu astronomik harcamalar, aslında hastane inşa edilebilecek, okul açılabilecek, yoksullukla mücadele edilebilecek, iklim kriziyle savaşabilecek kaynakların heba edilmesi anlamına geliyor. Her bir füze, aç kalmış bir çocuğun kursağındaki lokmadır. Bu silahlanma yarışı, aynı zamanda yeni gerilim alanları yaratıyor. Bir ülkenin silahlanması, komşusunu da silahlanmaya itiyor. Karşılıklı güvensizlik ve paranoya artıyor, çatışma potansiyeli yükseliyor. NATO'nun "caydırıcılık" söylemleri, aslında bir "kışkırtıcılık" döngüsü yaratıyor. Sanki barışı getirecek tek yol, daha fazla silahlanmakmış gibi bir algı oluşturuluyor. Oysa tarih bize bunun tam tersini defalarca gösterdi: Silahlandıkça savaşlar çıktı, barış uzaklaştı. Bu döngü, yalnızca emperyalist güçlerin çıkarına hizmet ediyor, çünkü savaş ve gerilim, onların ekonomilerini ve siyasi nüfuzlarını besleyen birincil kaynak. Dünyada ne kadar çok sıcak çatışma, ne kadar çok bölgesel gerginlik varsa, silah sanayii o kadar kâr ediyor. Bu basit denklem, milyonlarca insanın hayatına mal oluyor.
Türkiye'nin NATO ile ilişkisi ise, kendi içinde dramatik bir savrulmayı barındırır. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından "iki kutuplu dünya" düzeninde taraf seçme zorunluluğu hisseden Türk burjuvazisi, tercihi emperyalist Batı kampından yana kullandı. Ve bu tercihin en önemli kilometre taşlarından biri, Adnan Menderes hükümetinin 1952 yılında Türkiye'yi NATO'ya sokma kararıydı. Bu karar, tamamen Amerikan emperyalizmine göbekten bağlanma, onun bölgesel çıkarlarına hizmet etme pahasına alındı. Demokrat Parti iktidarı, Kore Savaşı'na asker gönderme gibi akıl almaz bir kararla, ABD'ye olan "sadakatini" kanıtlamış, yüzlerce askerimizi emperyalistlerin kanlı çıkar çatışmalarına kurban vermiştir. Oysa Kore'de bizim ne işimiz vardı? Bu, tamamen ABD'nin ve NATO'nun Asya'daki hegemonyasını pekiştirme çabasıydı. Türkiye, kendi öz evlatlarını binlerce kilometre uzaktaki bir savaşa göndererek, ulusal çıkarlarını değil, ABD'nin küresel stratejilerini öncelemiştir. Bu kararın bedeli, sadece kaybedilen canlar değil, aynı zamanda ülkenin geleceğinin ipotek altına alınmasıydı. Adnan Menderes hükümetinin bu Amerikan yalakası politikası, ülkeyi sadece askeri olarak değil, ekonomik ve kültürel olarak da Batı'ya bağımlı hale getirdi. Marshall Yardımları adı altında gelen sözde yardımlar, aslında Amerikan sermayesinin ülkeye girişini kolaylaştırdı, yerli sanayinin gelişmesini engelledi, tarımı dışa bağımlı hale getirdi. Bugün bile tarım politikalarımızdaki çarpıklığın, Amerikan buğdayına olan bağımlılığımızın kökleri o günlerde atıldı. NATO üyeliği, Türkiye'yi, ABD'nin bölgedeki ileri karakolu haline getirdi, yıllar boyunca kendi ulusal çıkarlarından çok emperyalist efendilerinin çıkarlarını gözeten bir dış politika izlemesine neden oldu. Çekiç Güç'ten İncirlik Üssü'ne, nerede bir emperyalist saldırı varsa, Türkiye'nin coğrafi konumu ve NATO üyeliği hep bir araç olarak kullanıldı. Bu durum, ülkemizin egemenliğine ve bağımsızlığına vurulan ağır bir darbedir. Türkiye, NATO içindeki konumunu ve rolünü sorgulamadıkça, bu emperyalist ağın bir parçası olmaktan, onun savaş ve sömürü politikalarına alet olmaktan kurtulamayacak. Bu bağımlılık, sadece askeri ve ekonomik alanla sınırlı kalmayıp, kültürel ve siyasi alanda da derin izler bırakmıştır. Toplumun Batı'ya yönelik algısı, kültürel kodları ve siyasi tercihleri üzerinde NATO'nun ve ABD'nin dolaylı etkileri yadsınamaz.
Şimdi kalkıp bize barış dersi mi verecekler? Sınırlarımıza yığılan silahlarla, her yıl düzenlenen devasa askeri tatbikatlarla, stratejik noktalara kurulan üslerle bize barışı mı getirecekler? Güldürmeyin bizi! Biz biliyoruz ki, onların barışı, kendi çıkarlarının garantilendiği, sömürü düzeninin tıkır tıkır işlediği bir "sessizlik"ten ibaret. Bu sessizlik, halkların ezildiği, kaynakların yağmalandığı, yoksulluğun sıradanlaştığı, baskının normalleştiği bir sessizlik. Bu barış dedikleri şey, emperyalist düzenin üzerimizdeki ağırlığıdır. Toplumsal adaletsizliğin, eşitsizliğin, yoksulluğun kol gezdiği bir yerde barıştan söz edilebilir mi? Kesinlikle edilemez. Onların barışı, sermayenin barışı, zenginlerin barışı; halkların ise savaş, yıkım ve sefaletidir. Peki, bizim barış anlayışımız nedir? Bizim için gerçek barış, silahların sustuğu, açlığın bittiği, her çocuğun karnının doyduğu, herkesin eşit ve özgür yaşadığı bir dünyadır. Bizim barışımız, halkların kardeşliğidir; sınıfsal, etnik veya dinsel ayrımcılıkların olmadığı, ezilenlerin ayağa kalktığı, sömürünün ve zulmün sona erdiği bir yaşamdır. Bu barışı bize NATO'dan beklemek mümkün değil, emperyalist efendileri hiç sağlayamaz. Çünkü onların varlık nedeni, bizim barış anlayışımızla taban tabana zıttır. Onlar savaşla beslenir, biz barışla büyürüz. Onlar yıkımla kâr eder, biz inşayla hayat buluruz. Emperyalist sistem var olduğu sürece, yeryüzünden savaşın ve sömürünün tamamen silinmesi mümkün değil. Bu yüzden, barış mücadelesi aynı zamanda emperyalizme karşı topyekûn bir mücadeledir. Bu yüzden, NATO'ya karşı direnmek, onların savaş politikalarına "dur!" demek, sadece bir tercih değil, yaşamsal bir zorunluluktur. Onların silahlarına karşı, bizim birliğimiz var. Onların yalanlarına karşı, bizim gerçeğimiz var. Onların sömürü düzenine karşı, bizim sınıf dayanışmamız var. Unutmayalım ki, barış, masal anlatıcılarının ağzından çıkan boş laflarda değil, direnen halkların yumruklarında, örgütlü mücadelesindedir. Emperyalistlerin sahte barış naralarına aldanmayacağız. Onların sözde "güvenlik" anlayışları, aslında güvensizlik ve kaos üretmekten başka bir işe yaramıyor. Bu bağlamda, Türkiye'nin kendi bağımsızlığı ve bölge halklarının gerçek barışı için NATO'dan çıkması elzem bir adımdır. Barış, ancak ve ancak sömürünün olmadığı, hakça paylaşılan bir düzende mümkündür.