Bu kadim coğrafyanın ufkunu kapatan, şehirlerin, meydanların ve hatta hanelerin üzerini gri bir tabaka gibi örten o kesif sis, mevsimsel döngülerin getirdiği sıradan bir hava olayından çok daha fazlasını, çok daha derin bir hakikati ifade ediyor. Karşımızda duran bu kasvetli ve boğucu tablo, yüzyılların imbiğinden süzülen tarihsel tortuların, ince hesaplarla kurgulanmış acımasız bir sömürü çarkının ve toplumu nefessiz bırakan sistematik bir ideolojik kuşatmanın yarattığı kalıcı bir karanlıktır. Adına gericilik dediğimiz bu atmosfer, Bugün Türkiye’yi adeta bir cendereye sokan, toplumsal refleksleri felce uğratan bir olgu; holdinglerin çelik kasaları ile tarikatların bağış keseleri arasına sıkışmış, sermaye ve dinciliğin kurduğu o sarsılmaz, o menfaat yüklü ve "kutsal" ittifaktır. Gericilik, egemen sınıfların elinde halkı baskı altına almak, sömürüyü sürdürülebilir kılmak ve her türlü itirazı daha filizlenmeden koparmak adına kullanılan en eski, en işlevsel ve kuşkusuz en acımasız tahakküm aracıdır.
Bu karanlığın kökenleri şüphesiz Osmanlı’nın biat kültürüne ve tebaa anlayışına uzanır; fakat bugünkü rejimi sadece geçmişin basit bir tekrarı veya tarihsel bir yankısı olarak okumak, mevcut durumu analiz etmekte yetersiz kalır, eksik olur. Tarihsel süreç içinde biçim değiştiren, modern araçlarla donanan bu yapı, günümüzde holdinglerin doymak bilmez kâr hırsını, piyasanın vahşi dişlerini gizleyen, kitleleri efsunlayan süslü bir perde işlevi üstlenir. Modern zamanların acımasız dişlileri arasında dünün "kul"u artık "örgütsüz, güvencesiz işçiye", tebaası ise tüketim odaklı, borçlu bir "müşteriye" evrilmiştir. Bu sancılı ve yıkıcı dönüşüm sürecinde değişmeden kalan yegâne unsur, egemenlerin alttakileri yönetmek, onları hizaya getirmek adına başvurduğu yöntemdir. Geçmişte kitleleri susturan o mutlak otoriter ses, bugün modern fabrikalarda, plazalarda ve şantiyelerde "patrona itaat, yoksulluğa şükür ve kadere rıza" telkinine dönüşmüş haldedir.
Ülkenin damarlarına zerk edilen, toplumsal refleksi zayıflatan asıl mekanizma, büyük sermaye grupları ile dini yapılanmalar arasındaki o simbiyotik, o birbirini besleyen ilişkidir. Bu ilişki, basit bir çıkar ortaklığının, geçici bir işbirliğinin çok ötesinde, mevcut rejimin omurgasını, iskeletini oluşturur. İnşaat baronları doğayı pervasızca talan ederken, kamu ihalelerini yağmalarken ve emekçiyi açlık sınırında bir ücrete mahkûm ederken; dini yapılar bu sömürü çarkının dişlileri arasında ezilen halkı "imtihan", "kader" ve "sabır" kavramlarıyla uyuşturur, onları eylemsizliğe davet eder. Sermaye sınıfı, emeği ve doğayı acımasızca sömürürken; dinci gericilik, halkın bilincini, aklını ve sorgulama yeteneğini sömürür. Bir taraf bedeni, emeği ve zamanı köleleştirirken, diğer taraf zihni teslim alır, iradeyi kilitler, itaati kutsallaştırır. Gökyüzünü delen devasa şantiyeler ile kuytu köşelerdeki denetimsiz, karanlık yurtlar, esasen aynı sömürü düzeninin birbirini tamamlayan, biri olmadan diğerinin eksik kaldığı iki ayrı yüzüdür.
Türkiye’de ve dünyada bu yapılar, vergi ayrıcalıklarıyla donatılan, kamu denetiminden azade bırakılan devasa ticari işletmelere, holdinglere dönüşmüştür. Hastaneleri, okulları, tatil köyleri, medya organları, lojistik ağları ve finans kurumlarıyla devasa bir ekonomik imparatorluk kurmuşlardır. Devletin sosyal yükümlülüklerinden, kamusal hizmet alanlarından el çekmesiyle oluşan o büyük ve yakıcı boşluğu dolduran bu organizasyonlar, yoksul halkı bir koli erzak, bir burs veya bir yurt odası karşılığında kendilerine mecbur bırakmakta; onları hem sadık birer takipçi hem de sermaye için ucuz, itaatkâr, sesi çıkmayan bir işgücü deposu olarak kullanmaktadır. İktidarın dillerden düşürmediği "dindar nesil" yetiştirme iddiası, hakikatte piyasaya "itaatkâr, sendikasız, hakkını aramaktan aciz, sorgulamaktan korkan ara eleman" sunma projesinden başka bir manaya gelir. Mesleki eğitim adı altında çocuk işçiliğinin yaygınlaştırılması, körpe bedenlerin atölyelerde harcanması, eğitimin bilimsellikten uzaklaşıp dinselleştirilmesi, bu sınıf projesinin en somut, en vahşi ve en can yakıcı kanıtıdır.
Tam da bu noktada laiklik, bireysel bir yaşam tarzı tercihinin, entelektüel bir tartışmanın çok ötesinde, doğrudan doğruya bir gelecek, adalet, eşitlik meselesi olarak karşımıza çıkar. Laiklik, sermayenin ve gericiliğin halkın boğazına geçirdiği bu ikili kıskacı kırmak, özgürce nefes alabilmek adına hayati bir önem taşır. Zira aklın ve bilimin rafa kaldırıldığı, dogmaların hüküm sürdüğü bir iklimde, iş cinayetleri fıtrat ile gerekçelendirilir, yolsuzluklar nimet sayılır, yoksulluk ise uhrevi bir imtihan, bir lütuf olarak pazarlanır. Tarikatların ticarileşmesine, şirketlerin ise muhafazakârlaşmasına set çekmeden, kamusal kaynakların bu yapılara oluk oluk akıtılmasını engellemeden gerçek bir halk egemenliğinden, toplumsal kurtuluştan söz etmek imkânsızdır. Bu mücadele, sınıf mücadelesinin tam merkezinde durur; çünkü gericilik en çok yoksulu, en çok kadını, en çok emekçiyi vurur ve en çok onların geleceğini çalar, umutlarını karartır.
Siyasal İslamcılık ve piyasacı milliyetçilik, bu düzenin bekasını sağlayan, kitleleri manipüle eden iki güçlü ideolojik sopa olarak işlev görür. Ülkenin derelerinin, ormanlarının, fabrikalarının, madenlerinin sermayeye peşkeş çekildiği anlarda, hamasi sloganlar en gür sesle haykırılır, gerçeklerin üzeri kalın perdelerle örtülür. Türk-İslam sentezi, işçi sınıfının birliğini parçalamak, etnik ve mezhepsel ayrımları körükleyerek sömürülenlerin omuz omuza gelmesini, ortak bir cephede buluşmasını engellemek adına sürekli canlı tutulur, sürekli yeniden üretilir. Patronlar servetlerine servet katarken, lüks içinde yüzerken halkın payına düşen; yapay düşmanlıklar, öteki nefreti, bitmek bilmez bir kutuplaşma ve her geçen gün derinleşen, kemikleşen bir yoksulluktur.
Ülkeyi boğan bu karanlık, alnımıza yazılmış değişmez bir yazıdan, kaçınılmaz bir sondan ziyade, bilinçli, planlı ve sistematik bir tercihtir. Sermaye sahiplerinin, iktidar baronlarının, medya patronlarının ve tarikat şeyhlerinin ortaklaşa kurguladığı, ilmek ilmek ördüğü bir oyundur bu. Ancak gericiliğin panzehiri, sadece şekilsel bir modernlikte, batılı yaşam formlarını taklit etmekte ya da bireysel kurtuluş reçetelerinde aranamaz, bulunamaz. Bu kuşatmayı yaracak, bu duvarları yıkacak olan yegâne güç, örgütlü bir halk hareketinin ta kendisidir. Aydınlanma, seçkin salonlarda konuşulan bir fantezi, bir nostalji olmaktan çıkıp, fabrikalarda, tarlalarda, üniversitelerde, mahallelerde emekçilerin, kadınların ve gençlerin kendi kaderlerini ellerine almalarıyla, kendi geleceklerini bizzat kendilerinin yazmasıyla ete kemiğe bürünecektir.
Halkın örgütlü iradesi, bilinci ve öfkesi karşısında her türlü karanlığın dağılması, her türlü saltanatın yıkılması, tarihin bize öğrettiği en büyük derstir, tarihsel bir zorunluluktur. Mesele, bu karanlığa karşı sadece cılız bir ışık yakmak, köşeye çekilip beklemek yerine; holdinglerin ve tarikatların üzerine kurulu bu çürümüş, bu köhnemiş düzeni temelinden değiştirecek, kökünden sarsacak o büyük, o devrimci iradeyi ortaya koymaktır. Gelecek, boyun eğenlerin aksine, bu kuşatmayı yarıp geçenlerin, direnenlerin ellerinde şekillenecektir.