İnsanlık tarihinin gelişim yasalarını kavramak toplumun üzerine yaslandığı maddi temellerin bütüncül bir çözümlemesini gerektirir. Ekonomi politiğin bilimsel bir disiplin olarak inşa edilmesi süreci üretimin ve mülkiyetin sadece rakamlardan ibaret teknik birer veri yığını olmaktan öte toplumsal varoluşun tamamını şekillendiren canlı ve çatışmalı bir yapı olduğunu kanıtlar. Burjuva iktisatçıları piyasa mekanizmalarını ebedi ve değişmez doğa kanunları gibi sunmaya çalışırken sistemin tarihsel ve geçici niteliğini gizlemeyi hedefler. Bu tutumun karşısında ekonomi politiği insan emeğinin sömürüsü ve sınıf mücadelelerinin temel alanı olarak tanımlayan yaklaşım yükselir. Bu kuramsal inşa tarihin motorunun soyut fikirler yerine maddi üretim güçleri ile bu güçlerin içine hapsolduğu üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz çelişki olduğunu ilan eder.
Toplumun ekonomik yapısı yani üretim ilişkilerinin toplamı üzerinde siyasal ve kültürel üst yapının yükseldiği gerçek temeli oluşturur. İnsanlar hayatlarını sürdürebilmek adına barınmak ve beslenmek zorundadır. Bu temel ihtiyaçların karşılanma biçimi doğrudan üretim araçlarına kimin sahip olduğuyla belirlenir. Üretim araçlarının azınlığın elinde toplandığı her toplumsal yapıda çoğunluğu oluşturan üreticiler kendi emeklerinin ürününe yabancılaşır. Ekonomi politiğin bilimsel temelleri bu yabancılaşmanın kökenlerini mülkiyet ilişkilerinde arar. Tarihsel süreç boyunca kölelikten feodalizme ve oradan kapitalizme geçiş aslında üretim güçlerinin gelişim seviyesine uygun yeni mülkiyet biçimlerinin aranmasıdır. Kapitalizm feodal prangaları parçalayıp üretimi devasa boyutlara ulaştırırken mülkiyetin bireyselliği ile üretimin toplumsallaşmış karakteri arasında aşılmaz bir uçurum yaratmıştır.
Bu bilimsel inşanın en sarsıcı keşfi metaların dünyasındaki gizemin çözülmesidir. Piyasada alınıp satılan her ürünün arkasında donmuş bir emek miktarı bulunur. Karl Marx'ın başyapıtı olan Kapital bu süreci en ince ayrıntısına kadar deşifre eder. Marx metayı kapitalist toplumun en küçük hücresi olarak ele alır. Metanın kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki çatışmayı inceler. Bir metanın değeri onun üretilmesi için harcanan toplumsal olarak gerekli emek zamanı tarafından belirlenir. Sermaye sınıfı işçiye emeğinin tam karşılığını ödediği iddiasıyla aslında büyük bir gerçeği maskeler. İşçi günün bir kısmında kendi yaşamını sürdürebilmesi için gereken değeri üretirken geri kalan sürede tamamen sermayedarın zenginleşmesi için çalışır. İşte bu artı değer kapitalist birikimin yakıtıdır. Kâr sanıldığı gibi girişimcinin zekasından doğan bir ödül sayılmak yerine işçinin el konulan bedava emeğinden doğar. Friedrich Engels'in Anti-Dühring kitabında vurguladığı üzere bu keşif ekonomi politiği bir inanç sistemi olmaktan çıkarıp gerçek bir bilim mertebesine yükseltmiştir.
Sermaye birikimi süreci doğası gereği doymak bilmez bir genişleme arzusu taşır. Her sermayedar rakiplerini piyasadan silmek amacıyla daha fazla teknolojiye ve makineye yatırım yapmak zorundadır. Ancak bu durum sistemin kendi temellerini sarsmasına yol açar. Yeni değer yaratan tek unsur canlı emekken makinelerin üretimdeki payının artması toplam sermaye içindeki kâr oranlarının zamanla düşmesine neden olur. Kâr oranlarının eğilimsel düşüşü yasası kapitalizmin içsel bir tıkanma noktasına doğru ilerlediğinin en net kanıtıdır. Rosa Luxemburg'un Sermaye Birikimi eserinde tartıştığı üzere sermaye sürekli olarak yeni pazarlara ve sömürgelere ihtiyaç duyar. Çünkü kendi iç pazarındaki talep yetersizliği sistemi çöküşe sürükler. Üretim kapasitesi devasa boyutlara ulaşırken halkın alım gücünün baskılanması aşırı üretim krizlerini tetikler. Fabrikalar ürünlerle doluyken insanların temel ihtiyaçlarına ulaşamaması sistemin rasyonel bir temele sahip olduğunu göstermekten ziyade plansız ve çelişkilerle dolu bir yapıda olduğunu ispatlar.
Vladimir Lenin'in Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması kitabında detaylandırdığı üzere serbest rekabetçi dönem yerini tekelleşmeye ve finans sermayesinin egemenliğine bırakmıştır. Bankalar ile sanayi sermayesinin iç içe geçmesi dünya üzerindeki paylaşım kavgalarını ve büyük savaşları kaçınılmaz hale getirir. Bu durum ekonomi politiğin sadece rakamlardan ibaret olduğunu reddeder. Milyonlarca insanın kaderini belirleyen siyasal bir mücadele alanı olduğunu doğrular. Üretimin bu kadar geniş bir toplumsal işbirliğiyle yapıldığı ancak meyvelerinin dar bir zümre tarafından toplandığı bir düzen kendi içindeki çelişkileri sonsuza kadar taşıyamaz. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi üretimin teknik düzeyini eşi benzeri görülmemiş bir noktaya taşır. Büyük ölçekli sanayi bireysel üretimi ortadan kaldırarak iş bölümünü derinleştirir ve emekçileri devasa kolektiflerin parçası haline getirir. Ancak bu muazzam verimlilik artışı üreticilerin refahına hizmet etmek yerine sermayenin kâr hırsına kurban edilir.
Teknoloji insanın yükünü hafifletmek yerine iş gününü uzatmanın ve emek yoğunluğunu artırmanın bir aracına dönüştürülür. Bilimsel analiz teknolojinin bu sınıfsal kullanımını deşifre ederek sorunun araçlarda yerine araçların mülkiyet biçiminde olduğunu gösterir. Harry Braverman'ın Emek ve Tekelci Sermaye eserinde işlediği gibi üretim sürecindeki otomasyon işçinin becerisini değersizleştirerek onu makinenin basit bir eklentisi haline getirir. Bu bilimsel inşa tıkanıklığın çözümünü üretimin planlı bir şekilde tüm toplumun yararına düzenlenmesinde görür. Bu bir hayal ürünü sayılmak yerine maddi koşulların dayattığı tarihsel bir zorunluluktur. Üretim araçlarının kolektif mülkiyete geçmesiyle birlikte piyasanın kör kuvvetleri yerini toplumun bilinçli iradesine bırakır. Emeğin bir meta olmaktan çıkarıldığı bu yeni yapıda üretimin amacı kâr maksimizasyonu yerine toplumsal gereksinimlerin karşılanmasıdır.
Ekonomi politiğin bilimsel inşası sermayenin kör işleyişini ve insanın kendi yarattığı nesnelerin altında ezilmesini bir kader olmaktan çıkarır. Zenginliğin bir uçta muazzam birikimi ile sefaletin diğer uçta yaygınlaşması arasındaki bu ters orantılı ilişki sistemin kendi yasalarının kaçınılmaz sonucudur. Tarihsel materyalizm çerçevesinde ekonomi politiği kavramak sadece rakamların dünyasını anlamak anlamına gelmez. Bu süreç üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı karmaşık yapının yerini rasyonel ve toplum yararına bir planlamanın alması gerektiğini kuramsal bir kesinlikle ortaya koyar. İnsanın kendi emeğine ve ürünlerine yabancılaşmasının son bulduğu bu yeni toplumsal düzen maddi üretimin insanın kontrolüne girmesiyle başlar. Emeğin özgürleşmesi zorunluluk alanından özgürlük alanına geçişin ilk ve en temel adımıdır. Bu bilimsel bilinç insanlığın gelişimini engelleyen zincirlerin ancak örgütlü bir sınıf bilinciyle kırılabileceğini ispatlayarak tarihin öznesi olan insana gerçek kurtuluş yolunu gösterir.