Toplum olarak sürekli bir şeylere “olma” çabası içindeyiz. Kimliklerimizi, sıfatlarımızı ve unvanlarımızı ön plana çıkarıyoruz ama en temel özelliğimiz olan insanlığı çoğu zaman unutuyoruz. Akademik unvanlar, sosyal medya etiketleri, sanatçı ya da siyasetçi olma iddiaları… Bunların hepsi birer gösterge, ama insanlığın yerini tutmuyor. Üç ay kursa gidip ressam kesilenler, birkaç kitap okuyup aydın olduğunu iddia edenler, iki slogan ezberleyip devrimci ilan edenler var. Parasıyla hayatını süsleyenler, sonra da bize insanlıktan nasihat veriyor. Kimliklerimiz çoğaldıkça, maskelerimiz kalınlaştıkça, insan olmanın önemi giderek kayboluyor.
İnsan olmak sadece var olmak değildir; insan olmak toplumsal ilişkiler içinde eşitlik, adalet ve vicdanla hareket etmektir. Bugün bu basit kavram bile çoğu zaman göz ardı ediliyor. Bir kadın sokakta şiddete uğradığında, insanlar çoğunlukla telefonlarını çıkarıp kayda alıyor, müdahale etmek veya destek vermek akıllarına bile gelmiyor. İşçiler haklarını savunmak için greve çıktığında televizyonlarda görünmez hale geliyor, gazeteler olayları görmezden geliyor. Deprem gibi felaketlerde on binlerce insan enkaz altında kalıyor, birkaç ay gözyaşı döküyoruz, sonra sistemin aynı hataları sürdürmesine sessiz kalıyoruz. Çöpten plastik toplayan bir çocuk gördüğümüzde çoğu zaman burnumuzu tıkayıp geçiyoruz. Ormanlar yakılıyor, dağlar maden şirketlerine satılıyor, dereler kurutuluyor; doğa yok edilirken sessiz kalmaya devam ediyoruz. Savaşlarda çocuklar ölüyor, aileler evlerinden oluyor, biz birkaç saniye bakıp televizyonu kapatıyoruz. İşte insanlığın kaybolduğu anlar tam da buralarda başlıyor.
Bir diğer ciddi sorun da kendini üst kimlik sanan insanların toplumda yarattığı hiyerarşidir. Bu kişiler, kendi kültürünü, geçmişini, dilini veya aidiyetini diğerlerinin üzerine çıkarma eğilimindedir. Kendini üstün görenlerin oluşturduğu bu hiyerarşi, toplumsal dayanışmayı zedeler ve insanlar arasında eşitlik bilincini yok eder. İnsanlık, kimliğin ötesinde, eşitlik, adalet ve vicdan ekseninde ölçülmelidir. Farklı kimliklerin eşit varlığına saygı duymak, herkesin yaşamını savunmak ve sömürüye karşı birlikte durmak, insan olmanın gereğidir.
Genetik araştırmalar ve modern antropoloji, insanların biyolojik olarak birbirlerinden üstün olmadığını, farklılıkların toplumsal ve kültürel bağlamda anlam kazandığını gösteriyor. Sosyoloji, etnik veya kimlik temelli üstünlük iddialarının çoğunun sınıfsal çıkarları perdelediğini ortaya koyuyor. İşçiler ve emekçiler, ortak çıkarları uğruna birleşmek yerine kimlik çatışmalarıyla bölünüyor ve bu, sömürü mekanizmasını daha da güçlendiriyor.
Bugün geldiğimiz noktada çok açık bir gerçek var: Her şeyi olduk; akademisyen, sanatçı, modern ve sosyal medyada görünür olduk. Etnik veya kültürel üstünlük yarışına girdik, ama insan olmayı başaramadık. İnsan olmak; acıyı paylaşmak, adalet için sesini yükseltmek, emeğin değerini savunmak, çıkarların değil vicdanın peşinden gitmek demektir. İnsanlık, kimlik yarışlarının ötesinde bir yaşam pratiğidir. Maskeleri atmak, sahte üstünlük iddialarına teslim olmamak, farklılığı zenginlik olarak görmek ve birlikte yaşamayı esas almak, insan olmanın temelidir.
Bugün yapmamız gereken çok açık;
Etiketleri, unvanları ve üst kimlik iddialarını bir kenara bırakıp insan olmayı esas almak. İnsan olmak, en devrimci kimliktir. Çünkü insan olmak, maskeleri atmak, kendi çıkarını değil vicdanı savunmak, farklılıkları eşit görmek, emeği ve doğayı savunmak, toplumun her kesimindeki insanın yanında olmaktır. İnsan olmak, sadece hayatta kalmak değil, birlikte yaşamak ve birlikte yükselmektir.
Her şeyi olduk ama insan olmadık. İnsan olmadan sanatçı olunmaz, insan olmadan aydın olunmaz, insan olmadan siyasetçi olunmaz, insan olmadan özgürlükten söz edilemez. İnsan olmanın kendisi, tek başına en devrimci duruştur.