Burası Muz Cumhuriyeti. Haritalarda adı geçer mi bilinmez ama muz ithal ettiğimize göre belki de bizizdir. Kim bilir? İsmi cumhuriyet ama özü bir şirketler düzeni. Halkın oylarıyla gelenler, halkın cebinden gidenler… Seçimler, halkın iradesini değil, kimlerin yönetecekmiş gibi görüneceğini belirleyen bir tiyatrodur. Hukuk mu? Hukuk var ama kimine var, kimine yok. Güçlüler için ayrı, zayıflar için ayrı bir tarife uygulanır. Birilerinin cezaevinde çürümesi için küçücük bir eleştiri yeterken, kimileri ülkenin damarlarından beslenerek servetini katlar ve yoluna devam eder. Basın mı? Basın da var. Hem de özgür! Ama sadece sahiplerinin ve onları besleyen büyük sermayenin izin verdiği sınırlar dâhilinde.
Gazeteler, televizyonlar, internet siteleri… Hepsi büyük sermayenin, tekelci şirketlerin elinde toplanmıştır. Ekranlarda ve manşetlerde sürekli olarak “Büyüyen ekonomi”, “Dünya bizi kıskanıyor”, “Tarihi başarı” ninnileri dönerken, halk, temel gıda maddelerinin satıldığı pazarda fiyat soramaz, etiket okuyamaz hale gelmiştir. Çocuklar aç, hastalar ilaçsızdır ama bu gerçekler, manipülatif yayınların gürültüsü içinde kaybolur. Kimse duymuyor, çünkü halkın sesi çoktan kısılmış, mikrofonlar tekelin eline geçmiştir. Televizyonlarda bitmek bilmeyen tartışma programları dönüyor, uzmanlar ahkâm kesiyor ama asıl gerçekler hep gözden kaçırılıyor; halk yoksullaşıyor, gelir dağılımı uçuruma dönüşüyor. Çalışanlar tükeniyor, asgari ücretle onurlu bir yaşam sürmek imkânsızlaşıyor. Toplum, sindirilmiş ve suskunlaşmış bir vaziyettedir.
Burada her şey satılıktır. Ülkenin dört bir yanındaki topraklar, altındaki madenler, üstündeki fabrikalar, vatandaşın can damarı olan hastaneler… Süreç hep aynı bahaneyle başlar: “Devlet verimsiz işletiyor.” diyerek kamu malları parça parça özelleştirilir. Bu satışlardan kasaya giren paralar ise buharlaşır, sonra kasada para kalmayınca ve borçlar dağları aşınca, halka “tasarruf yapın, kemer sıkın” çağrısı yapılır. Şeker fabrikalarını satarlar, sonra tonlarca şekeri fahiş fiyatlarla dışarıdan ithal etmek zorunda kalırlar, çiftçiyi küstürürler. Hastaneleri özelleştirirler, sonra sağlık hizmeti lüks hale gelir, dar gelirli vatandaş çaresizlik içinde kıvranır. Tarımı bilinçli olarak bitirirler, sonra çiftçiye yüksek faizli kredi dağıtıp “destek” verdiklerini söyleyerek alay ederler. Ülkenin varlıkları bir bir elden çıkarılır, yandaşlara aktarılır ama devletin borçları asla bitmez, aksine her geçen gün katlanır. Sonuçta fatura, daima halka kesilir, kemer sıkma politikaları da yoksulun sırtına yüklenir.
Ancak bu kemer sıkma hep aynı kesim içindir çalışanlar, üretenler, emek verenler, küçük esnaf… Büyük şirketler, siyasi bağlantıları sayesinde vergi muafiyetleri ve teşviklerle ödüllendirilirken, halkın sırtına dolaylı ve doğrudan yeni vergiler, zamlar yüklenir. Çalışma saatleri insanlık dışı seviyelere uzar, maaşlar enflasyon karşısında mum gibi erir, işçi haklarını savunması gereken sendikalar ise ya iktidarın arka bahçesi haline gelmiş ya da baskı altında susturulmuştur. İş kazaları, rutin birer “feci olay” diye geçiştirilir ama aslında bunlar, kâr hırsının neden olduğu, önlenebilir cinayetlerdir. Çalışanlar hayatlarını kaybeder, patronlar ise iş güvenliği tedbirlerinden kaçarak elde ettikleri kârlarla servetlerine servet katar. Bu düzeni eleştirmeye cüret edenler ise anında “hain”, “dış güçlerin maşası” ilan edilir. Çünkü burada halkı soyanlar değil, onları teşhir edenler ve adaleti talep edenler suçlanır, cezalandırılır.
Ve halk… Muz Cumhuriyeti halkı, her seçim döneminde saf bir umutla dolar. “Bu sefer değişecek”, “Belki bu kez adalet gelir” diyerek sandığa gider, oyunu verir, sonra yine fakirleşir, yine işsiz kalır, yine hayalleri kırılır ve yine mutsuz olur. Ama suç yönetenlerde değil, değil mi? Suç, her seferinde aynı muz kabuğuna bilerek basıp düşenlerde! Seçimden seçime hatırlanır, oylar alındıktan sonra unutulur. Peki ya muhalefet? Onlar da bu düzenin parçası değil mi? Seçim zamanı umut pompalar, yönetime talip olur ama iş, bu sömürü düzeninin köklerini kazımaya gelince sus pus olurlar. Zira onların da amacı düzeni değiştirmek değil, sadece koltukları devralmaktır. “Biz de onların yaptığını yapacağız ama biraz daha kibarca, biraz daha şeffaf görüneceğiz” diyerek kendilerini meşrulaştırırlar. Halkın sırtına binen düzen değişmez, sadece biniciler değişir. Seçimden sonra mı? Eski tas, eski hamam, yeni maskelerle devam eder.
Muz Cumhuriyeti’nde eğitim, eleştirel düşünen, sorgulayan bireyler yetiştirmekten çok uzaktır; o, iktidarın ideolojisini zerk etmek için kullanılan bir gösteriden ibarettir. Halk sorgulamasın, araştırmasın, sadece kendisine verilen hazır bilgiyle yetinsin diye, yaratıcılığı öldüren ezberci bir sistem dayatılır. Öğrenciler yetersiz beslenmeyle okullara gider, öğretmenler sefalet maaşlarına mahkûm edilir ama ders kitaplarında ve devlet televizyonlarında “ülkenin her alanda çağ atladığı” yalanı yazılıdır. Bilim, eğitimin ve yönetimin parçası olmaktan çıkarılır, yerine sorgulanması yasak dogmalar ve boş inançlar yerleştirilir. “Büyüklerimiz ne diyorsa doğrudur”, “Eleştirenler vatan hainidir” anlayışıyla yetiştirilen nesiller, itaat kültürüyle yoğrulur. Eleştirel düşünce, bu düzen için var olan en büyük tehdittir. Çünkü halk bilinçlenirse, sömürünün çarkları kırılabilir ve illüzyon perdesi düşebilir.
Sanat ve bilim, bu düzenin en büyük düşmanıdır. Çünkü sanat, toplumun vicdanını kanatır ve düşündürür; bilim ise dogmaları yıkar ve sorgulatır. O yüzden sanatçılar ya doğrudan baskı altına alınır, eserleri sansürlenir ya da tamamen yok sayılarak geçim sıkıntısına mahkûm edilir. Bilim insanları ya susturulur ya da iktidarın çıkarlarına hizmet etmedikleri için itibarsızlaştırılır ve üniversitelerden tasfiye edilir. Halkın bilime, sanata, felsefeye ulaşması istenmez. Çünkü bilinçlenen toplum, yöneticilerin sunduğu yalanlara daha az inanır, sömürüye daha fazla karşı çıkar. Toplumu cahil ve biat eden tutan gericilik, bu düzenin en büyük dayanağı ve müttefikidir. Kadınların giyiminden gençlerin yaşam tarzına kadar her detaya karışanlar, toplumu ahlak bekçiliği üzerinden kutuplaştırırken, asıl meselelere asla dokunmazlar: Yoksulluk, adaletsizlik, yolsuzluk ve sömürü. Çünkü halkın bunları görmemesi, gerçek gündemden uzaklaşması gerekir. İnsanları korkutarak, ahlaki bir panik yaratarak yönetmek en kolay yoldur. Bir şeylere itiraz edenler “ahlaksız”, sorgulayanlar “dinsiz” diye damgalanır. Oysa en büyük ahlaksızlık, halkın parasını çalıp lüks içinde yaşamaktır; en büyük saygısızlık ise fakirin lokmasını çalıp saraylarda keyif sürmektir.
Muz Cumhuriyeti ekonomisi, sürekli olarak beton dökülerek yaratılan, şişirilmiş ve sanal bir zenginlik illüzyonundan ibarettir. Büyüme rakamları hep yukarıdadır, çünkü inşaat sektörü dışındaki tüm alanlar ihmal edilmiş, rant ekonomisi kutsallaştırılmıştır. Her yer devasa, estetikten yoksun gökdelenlerle, maliyeti kamuya yüklenmiş 'mega projelerle' doludur. Bu projeler, ülkenin doğal ve finansal kaynaklarını tüketirken, birkaç yandaş müteahhidin servetini katlanarak artırır. Devlet, garantili geçiş ücretleriyle, garantili doluluk oranlarıyla yapılan yollar, köprüler, havaalanları için halkın geleceğini ipotek altına alır; risk halkın, kâr ise sadece yandaş sermayenindir. Şehirler beton ormanına dönerken, tarihi doku, yeşil alanlar, tarım arazileri gözden çıkarılır. Doğa talan edilir, çevresel felaketler ise “kalkınmanın kaçınılmaz bedeli” gibi acımasız bir bahaneyle geçiştirilir. Bir yandan 'yerli ve milli' söylemleri en yüksek perdeden atılırken, diğer yandan ülkenin en stratejik arazileri, en verimli toprakları yabancı fonlara ve şirketlere peşkeş çekilir. Halk, elinde kalan son toprak parçasını da satıp yoksul bir göçmen olarak şehirlere savrulmaya zorlanır. Çünkü burada rant, topraktan ve emekten daha kutsaldır.
Bu düzenin sürdürülebilirliğinin bir diğer kilit noktası ise liyakatsiz bir bürokrasi ordusudur. Yönetimde bilgi, tecrübe, yetenek ve liyakat yerine sadece sadakat esastır. En kritik görevlere, en önemli pozisyonlara, sadece iktidara yakınlığıyla bilinen, hatta o pozisyonun gerektirdiği eğitimi dahi almamış, vasıfsız kişiler atanır. Sonuç mu? Kamu hizmetleri tamamen çöker, karar alma süreçleri felç olur, devlette israf ve verimsizlik rekor seviyelere ulaşır. Halk, basit bir resmi işlemi bile çözmek için günlerce kapılarda bekler, bir imzayı attırmak için onlarca torpil ve aracı arar. Çünkü adalet, eşitlik ve hakkaniyet kavramları, sadece ders kitaplarında kalan anlamını yitirmiş sözlerdir. Bürokrasi, halka hizmet etmek yerine, halkı bezdirmenin ve iktidarın bekasını sağlamanın bir aracı haline getirilmiştir. Devlet kadroları, yandaşlara dağıtılan birer 'ödül' mekanizmasıdır; kamuya ait olan her şey, kişisel çıkar alanına dönüştürülmüştür.
Muz Cumhuriyeti'nde asıl sömürü düzeni, ustaca kurgulanmış bir kimlik siyasetiyle perdelenir. Yönetenler, yoksulluk, işsizlik, enflasyon veya yolsuzluk konuşulmasın diye toplumu sürekli olarak yapay fay hatları üzerinden kutuplaştırır, bölerek yönetir. Dini, etnik ya da yaşam tarzı farklılıkları sürekli olarak kaşınır, körüklenir ve halkın birbirine düşmanlık etmesi sağlanır. "Biz ve ötekiler" söylemi, devasa ekonomik eşitsizliğin ve hukuki adaletsizliğin üzerini örtmek için kullanılan en güçlü silahtır. Halkın en temel ihtiyaçları, barınma, gıda, eğitim göz ardı edilirken, gündem suni, duygusal tartışmalarla meşgul edilir. Oysa ki hastanede ilaç bulamayan vatandaş da, pazar filesini dolduramayan işçi de, kimliğine bakılmaksızın bu sömürü düzeninin ortak mağdurudur. Ama kimlik siyasetinin zehri, insanların ortak sorunları görüp bir araya gelmelerini, birlikte mücadele etmelerini engeller. Halk, cebindeki paranın nasıl çalındığını, ülkenin varlıklarının nasıl talan edildiğini sorgulamak yerine, komşusunun ne giydiğini ya da hangi inanca sahip olduğunu tartışmaya zorlanır. Bu sayede, ülkeyi yönetenler perde arkasında kasayı boşaltmaya ve düzeni korumaya devam ederler.
Ve işin ironisi, bu düzenin en büyük savunucuları ve bekçileri, ülkenin kaynaklarını en çok tüketen, en lüks hayatı sürenlerdir. Halk açlıktan kırılırken, onlar israfla dolu, gösterişli sofralarda ziyafet çekerler, ihaleler dağıtırlar. Ama halka hep “Şükredin, daha kötü de olabilirdi” derler. Çünkü halkın şükretmesi, onların vicdan azabı çekmeden rahatça yaşamasını sağlar. Medya ise bu şükür kültürünü pompalamakla görevlidir.
Ama işin en komik, en trajik yanı şudur: herkes şikâyet eder, herkes dert yanar ama kimse bu durumu değiştirmek için gerçek anlamda bir şey yapmaz. Halkın büyük çoğunluğu hayatı boyunca hiç örgütlenmemiştir, bir araya gelmemiştir ama sosyal medyada en sert muhalif odur, en keskin eleştiriyi o yapar. Gerçek değişim için örgütlenmeye, harekete geçmeye gelince ise herkes bir anda “Benim işim var, çoluğum çocuğum var, başıma iş açmak istemem” bahanesine sığınır. Yani Muz Cumhuriyeti halkı, şikâyet etmekte usta bir sanatkâr ama harekete geçmekte acemi bir çıraktır.
Peki bu düzen, bu devasa illüzyon böyle sonsuza kadar sürebilir mi? İnsanlar bir noktada muz kabuğuna basıp düşmekten, sürekli aynı acıları yaşamaktan bıkmaz mı? Ayağa kalkıp bu sömürü düzenini değiştirmeye karar vermez mi? Muz Cumhuriyeti, sonsuza kadar muz kabuğuna basıp düşenlerin, sadece şikâyet edenlerin ülkesi mi olacak, yoksa birleşip örgütlenerek ayağa kalkıp yürümeye başlayanların mı? İşte asıl mesele, asıl çıkış noktası budur.
(Herhangi bir benzerlik tamamen okuyucunun hayal gücüne bağlıdır!)