Toplumsal dokumuzu bir ur gibi saran, ahlaki pusulamızı geri dönülmez şekilde bozan ve insanı insan yapan en temel değerleri hiçe sayan sinsi bir salgın var; ilkesizlik. Artık o kadar yaygın, o kadar normalleşmiş ki, insanlar bu ahlaki çürümeyi bir meziyet, bir "uyanıklık" alameti, hatta modern zamanların gerektirdiği bir hayatta kalma becerisi gibi anlatıyor. Dün ak dediğine bugün tereddütsüz kara diyen, dün en ağır sözlerle eleştirdiğiyle bugün aynı safta omuz omuza yürüyen, kişisel menfaati uğruna bile bir gecede terk eden figürler hayatımızın her köşesini, en mahrem alanlarımızı bile işgal etmiş durumda. Ve en korkuncu, tüm bunları yaparken yüzlerinin bir an bile kızarmaması, vicdanlarının en ufak bir sızıyla dahi tanışmamasıdır. Daha da vahimi, kelimelerin ağırlığını, kavramların derinliğini bilmeyenlerin, en büyük lafları en pervasızca sarf ederek ortalığı bulandırmasıdır.
Bu ahlaki erozyonun, bu ilkesizlik vebasının kökeninde basit ama bir o kadar da yıkıcı bir denklem yatıyor; çıkarı her şeyin, ama her şeyin üstünde tutmak. Bu, gücün kimin elinde olduğuna anbean dikkat kesilmek, rüzgârın nereden eseceğini anlık olarak hesaplayıp yelkenini o yöne çevirmektir. Bu zihniyet, dün övgülerle göklere çıkardıklarını, güç dengesi değiştiği an aynı hızla yerin yedi kat dibine sokmaktan çekinmez. Dün "can dostum" dediklerini, yarın küçücük bir çıkar çatışmasında en acımasız şekilde satmayı "stratejik bir hamle" olarak görür. Bu yolu seçenler, kendilerini son derece akıllı, pragmatik ve "hayatın gerçeklerini bilen" insanlar olarak lanse ederler. Oysa bu bir akıl gösterisi değil, ruhun kendi elleriyle imzaladığı bir iflas senedidir. Onlar, ilkeli duranları "saf", "idealist" veya "zamanın gerisinde kalmış" olarak yaftalarken, aslında kendi korkaklıklarını ve karaktersizliklerini bir başarı hikayesi gibi pazarlamaya çalışırlar. Bir şeylere inanıyormuş gibi yapmak, bir davaya bağlıymış gibi görünmek, aslında insanın kendine yapabileceği en büyük ihanettir. Çünkü ilkesiz insanlar, etrafları ne kadar kalabalık görünürse görünsün, eninde sonunda yapayalnız kalmaya mahkumdur. Onları bir arada tutan tek bağ çıkardır ve çıkar bittiğinde o sahte kalabalıklar bir anda buharlaşır.
Bu çürüme, hayatın soyut bir alanında değil, tam da merkezinde, her alanda kendini gösteriyor. Siyasette, dün "millet" adına en keskin muhalefeti yapanların, bugün üç günlük bir makam için en ateşli yandaşlara dönüşmesini ibretle izliyoruz. Sanat ve kültür dünyasında, dün "sanat, toplum içindir; parayla, güçle işi olmaz" diyenlerin, bugün en güçlü odakların sponsorluğunda "eser" üretmek için birbiriyle yarışmasına şahit oluyoruz. İş hayatında, dürüstlükten, emekten, alın terinden dem vuranların, biraz daha fazla kâr, biraz daha hızlı yükselme uğruna çalışma arkadaşının ayağını nasıl kaydırdığını, kalite ve etikten nasıl ödün verdiğini biliyoruz. En yakın çevremizde, dostluklarda bile bu ilkesizliğin acı izleri var. Güçlü ve popüler olduğunuzda etrafınızda pervane olanların, ayağınız tökezlediği an nasıl sırra kadem bastığını, en mahrem sırlarınızı nasıl başkalarına meze ettiğini yaşayarak öğreniyoruz. Ve hepsinin ortak bir savunma mekanizması var; kendilerini haklı çıkarmak için uydurdukları bahaneler ve çarpıttıkları kavramlar. "Koşullar değişti", "artık daha olgun ve gerçekçiyim", "hayat beni bu noktaya getirdi", "bu devirde böyle yapmak zorundasın." Aslında söyledikleri tek bir şeyin farklı versiyonlarıdır; "Güçlünün yanında yer alıp rahat etmek varken, neden doğrunun yanında durup mücadele edeyim?" Bu, bir tercih değil, onurdan vazgeçerek imzaladığı bir teslimiyet belgesidir.
Ama madalyonun bir de asla değişmeyen diğer yüzü vardır. İlkesizler, eninde sonunda kaybeder. Hem de her zaman. Belki kısa bir süre için kazanıyor gibi görünürler, belki güçlülerin gölgesinde geçici bir konfor ve sahte bir itibar elde ederler, ama gerçek eninde sonunda tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar. İlkesiz bir insan, en temel sermayesini, yani güveni kaybeder. Güvenini kaybeden birinin ise unvanı, parası, makamı ne olursa olsun, aslında hiçbir şeyi kalmamıştır. Etrafında sadece kendisi gibi başka ilkesizler birikir ve bu, sürekli bir şüphe, ihanet ve korku döngüsü yaratır. Bugün sırtını dayadığın güç, yarın seni bir piyon gibi harcamaktan çekinmeyecektir, çünkü bilir ki senin sadakatinin bir ilkesi değil, bir fiyatı vardır. Fiyatı olan her şey ise bir gün mutlaka daha ucuza satın alınabilir veya daha kârlı bir seçenekle takas edilebilir. Bu, onların trajik ve kaçınılmaz sonudur; güvendikleri her şeyin aslında bir kumdan kale olduğunu anladıkları an, yapayalnız kalırlar.
Peki, bu çürümüşlüğün ortasında ilkeli yaşayınca ne olur? Bu yolu seçmek ne anlama gelir? Öncelikle, ilkeli bir insan, var olabilmek için hiçbir zaman sırtını başkalarına yaslamak zorunda kalmaz. Onun gücü, geçici makamlardan veya değişken kişilerden değil, kendi iç tutarlılığından ve sarsılmaz doğrularından gelir. O, çıkar rüzgârlarına göre yön değiştiren bir fırıldak değildir; kökleri derinde, en şiddetli fırtınalara bile direnen sarsılmaz bir çınar ağacıdır. İlkeli insanlar, çevrelerine güven verir. Onların sözü senettir. Dün ne söylediyse, bugün de temel olarak aynısını savunur; çünkü fikirleri günlük çıkarlara göre değil, evrensel doğrulara ve vicdani bir süzgece göre şekillenmiştir. Güç kimdeyse ona yaltaklanmaz, doğrularını güçlünün hoşuna gidecek şekilde eğip bükmez. Evet, bu yolda yürümek bazen bedel ödemeyi gerektirir. Bazen yalnız kalırsın, bazen cazip fırsatları kaçırırsın, bazen "uyumsuz" veya "anlaşılmaz" olarak damgalanırsın. Ama ödediğin bedeller, ilkesizlerin en sonunda kaybettiği şeyin yanında okyanusta bir damla kalır. Çünkü ilkesiz biri en sonunda karakterini, benliğini, saygınlığını, yani her şeyini kaybederken; ilkeli biri en değerli hazinesini, yani onurunu korur.
İlkeli olmak, kısa vadede zorlu ve yorucu bir patikada tek başına yürümek gibidir. Çünkü güç, para ve popülerlik gibi parlak nesneler, genellikle ilkesizlerin ayağına daha kolay serilir. Ama hayat bir sprint değil, bir maratondur. Ve bu maratonun sonunda kazananlar her zaman ilkeli olanlardır. Çünkü insanları ve toplumları ayakta tutan harç, para ya da güç değil, güven, samimiyet ve tutarlılıktır. İlkeli bir insan, zamanla etrafında kendisi gibi sağlam karakterlerden oluşan, sayıca az ama nitelik olarak paha biçilmez bir dost halkası oluşturur. Arkasında dedikodu ve şüphe değil, güven duyulan bir isim, onurlu bir miras bırakır. Kendi kararlarını, kendi vicdanının sesiyle verir; başkalarının alkışına veya tehdidine göre hareket etmez. Bugün anlık bir kazancı reddederek kaybediyor gibi görünse de, yarının ve geleceğin saygınlığını, huzurunu ve en önemlisi kendine olan saygısını kazanan o olur.
Gerçek şu ki, herkesin pusulasını şaşırdığı, herkesin akıntıya kapılıp gittiği bir fırtınada, doğru bildiğin yerde çakan bir şimşek gibi dimdik durabilmek, en büyük kazanımdır. Rüzgâr hangi yöne eserse essin, kendi yolundan, kendi vicdanından sapmamak asıl meseledir. Ve işte bunu başarabilenler, kalabalıkların gürültüsünde kaybolanlar değil, tarihin sessiz sayfalarına onurla yazılanlardır. Gerçekten kazananlar onlardır.