Bugun...
SON DAKİKA

SİYASET GÜNLERİ (11,12,13,14,15)

 Tarih: 12-07-2023 22:13:00  -   Güncelleme: 12-07-2023 22:20:00
ENGİN ÖNEN

SİYASET GÜNLERİ-11
Bundan sonraki bölümler, siyasetin pratiğine ilişkin daha sert ve acımasız örneklerin içerecek. Çünkü adaylık denemelerine ilişkin tanıklık ve gözlemlerime anlatacağım. Bazı olaylarda bazı isimlere de yer vereceğim, bunlar bazen olayın aktörleri olduğu için bazen de olaya tanık oldukları için bunu tercih edeceğim. 
2009 Mart yerel seçimlerinde Bornova’dan aday adayı olmaya karar verdim. Ancak kamu görevlilerinin istifa etme tarihine kadar başvurumu beklettim. Maaşım tek geçim kaynağımdı çünkü. 
Bornova Belediye Başkanı Sırrı Aydoğan’ın değişeceği genel kanaat olduğu için çok sayıda adaylık başvurusu yapılmıştı. Yanılmıyorsam benimle birlikte 12 veya 13 kişiydik. Kamil Hoca bazı öğretim üyelerinden destek imzası toplamıştı. Aynı zamanda İzmir Ziraat Mühendisleri Oda başkanıydı. Bunun üzerine rahmetli hocamız Nuri Bilgin  de beni desteklemek için bir imza kampanyası başlattı. Çok sayıda öğretim üyesi, dekanlar, rektör ve rektör yardımcıları, müdürlerin bir kısmı da benim için bu kampanyaya katılmıştı.
Hocam, bu pek işe yaramaz, karar vericiler buna bakmaz bile, dedim ama “olsun, seni yalnız sanmasınlar” demişti. 
Adettir diye ilçe örgütünden randevu istedim. Verdikleri saatte gittim. Beni kapıda ilçe yöneticilerinden ve daha önce tanıştığımız Selma Nalbantoğlu karşılamıştı. Salona girdiğimde bazıları tanıdık bazılarını da ilk defa gördüğüm yönetim kurulu üyeleri ile karşılaştım. Sohbete başlamadan bazılarındaki soğukluğu net olarak hissetmiştim. Çünkü İlçe Başkanı Nevzat Kavalar’ın adaylığı için angaje olmuşlardı. Bizlerin adaylık yarışına girmemiz hoşlarına gitmemişti doğal olarak.
Kendimi tanıttım, siyaset, yerel yönetim ve Bornova hakkında düşündüklerimi anlattım. Sorular da gelmeye başladı. Salonda hava değişmeye başladı zaman geçtikçe. Kalkmaya hevesleniyordum ama devam etmemden yana telkinler yapılıyordu. Epeyce zaman geçmişti, İzin isteyip ayrıldım ama giderken bu defa aşağıya kadar inen çok sayıda parti yöneticisi olmuştu. İstemedim ama bundan çok memnun oldum. 
Ertesi günü Selma Nalbantoğlu, eşi ile birlikte üniversiteye geldiler. İkisiyle de hukukumuz daha öncesine dayanıyordu. O dönemde PM üyesi olan Rıfat Nalbantoğlu’nun yengesiydi Selma Hanım. “Hocam, dün siz ayrıldıktan sonra değerlendirmeye devam ettik. Sizi tanıyan ve ilk kez tanıyanların çoğu, en uygun aday Engin hoca dediler. Eşim ve ben de öyle düşünüyoruz. Aday olursanız bundan hiç mi hiç rahatsızlık duymayız. Ama biz yıllardır Nevzat ile ekip olduk, onu destekleme kararı aldık.” Diye açıklamalarda bulundu samimi bir şekilde. Ben de hak verdim ama sizden bir şey rica ediyorum dedim. Genel merkez düzeyinde aleyhime bir çaba olmasın. “Yok hocam öyle şey mi olur” diye karşılık geldi. 
Son istifa tarihinde dilekçemi verip üniversiteden ayrıldım. Bazı dernek, sendika ve vakıfları gezdim birkaç arkadaşımla birlikte. Aziz Bey ile de geçmişe dayalı bir hukukumuz vardı. Onu arayıp, kendisiyle de konuşmak istedim. Balçova Termal Tesislerinde toplantıdaymış, şu saatte geçerken seni alayım, birlikte yemeğe çıkalım dedi. Ardından Mehmet Ali Çalkaya da gelsin mi sakıncası var mı diye ekleyince, gelsin hiç sorun yok dedim.
Akşamüzeri beni Narlıdere’deki evimin oradan aldılar. Üçkuyular İskelesindeki restorana gittik. Salona girdiğimizde İzmir Valisi de bir masada arkadaşları ile oturuyordu. Cahit Kıraç’tı sanırım adı. Sonradan FETÖ’den görevden alınan vali. Adam rakı masasında. Ben şaşırdım. Aziz Bey, şaşırmadı, o biliyormuş. Hal hatırdan sonra biz de ayrı bir masaya geçtik.
Aziz Kocaoğlu, Mehmet Ali Çalkaya ve ben. Sohbetin konusu belli. Bornova için başvuracağım dedim. “Hayırlı olsun hocam” gibi nötr bir karşılık verdi. Sonra ilerlettik tabi. Sırrı Beyi destekliyordu. Diğer hiçbirini kabul etmiyordu. Nevzat da arkadaşıydı ama o Sırrı Bey’de ısrarlıydı. Ben arkadaşlık başka, bu iş başka, deyip, sokağın tepkisini, halkla ilişkilerdeki soğukluğu vb dile getirdikçe, kabul ediyor ama vaz geçmiyordu. 
Sonunda şunu ifade edince durum netleşti ve ben de ısrardan vaz geçtim. Hocam ben diğerlerine karşıyım, sana karşı değilim. Benim adayım Sırrı Aydoğan ama genel merkez seni atarsa itiraz etmeyeceğim. Doğrudur yalandır. İfade tamı tamına buydu. Senin aday olman için görüş bildirmem ama aday olursan da itiraz etmem. Aziz Beyin makam arabası ile geldiğim restorandan geç vakit Çalkaya’nın makam arabası ile ayrıldım. Yolda onunla da sohbetimiz devam etti. Ne kadar cesur konuştun falan demişti bana. Onlar arasında bir hiyerarşi olduğu için olsa gerek şaşırmıştı. Cesur dediği ifadelere burada yer vermedim tabi. 
Genel Merkeze gitmeden olmaz. MYK üyelerinden randevular alınıyor, sırayla içeri girip kendimizi anlatıyorduk. Baykal döneminde CHP’deki bazı MYK üyeleri daha bir önemliydi. Onlar “Politbüro üyeleri” olarak anılıyordu. Genel sekreter ve ikinci adam Önder Sav, Mustafa Özyürek, Yılmaz Ateş ve Mehmet Sevigen’den oluşuyordu Politbüro.
Koridorda, Bornova İlçe Örgütünden üç arkadaşla karşılaştım tesadüfen. Nevzat Kavalar yoktu ama onlar, onun için gelmişlerdi. Hatta biraz da benim için gelmiş olduklarını sonradan anladım. Benim için derken lehime değil, aleyhime görüş bildirmek için. Çünkü onlardan sonra Önder sav ile görüşmeye girdiğimde anladım bunu. “Örgüt olarak Nevzat’ı istiyoruz ve Engin Hoca’nın evi Narlıdere’de.” Özet buydu. Bornova, öğrenciliğimin, nikahımın ve meslek yaşamının kentiydi ama onlar bu gerekçeyi değerlendirmek istemişlerdi. Yani ikamet adresini. 
Önder Sav, çok kibar davrandı. Ardından ilçe örgütü ne der, seni destekler mi vb deyince, görüşlerimi anlattım. Böylece Önder Sav’ın niyeti ve tercihini hissetmiştim. 
İl Başkanı Kemal Karataş idi. Konak adaylığını düşünüyordu. Kemeraltını Şanzelize yapacağım, Hükümet Binası ve Saat Kulesini taşıyacağım gibi açıklamalar yapınca, onu esprili bir şekilde eleştiren köşe yazısı yazmıştım. Ve onun akabinde Narlıdere’de Ege-Koop’un gerçekleştirdiği bir çevre paneli sonrası sahilde yemeğe inmiştik hep beraber. Karataş’ın bana karşı ilk sözü, “Engin bana amma … mişsin ha” oldu. Yok, Kemal Abi öyle şey mi olur. Tarihi binaları taşıyacağım deyince dayanamayıp, eleştiri hakkımı kullandım dedim.
Karataş, o akşam Kamil Okyay Sındır ile tanıştı. Kamil Hoca kulislere başlamıştı ve ben henüz o zaman adaylık çalışması falan yapmıyordum. 
Kısa bir süre önce yaşanan bu olaydan sonra, İl Başkanını ziyaret etme gündeme gelince, Türkan Miçoğlulları, olsun sen yine de git dedi. İl Başkanına gitmesen uygun olmaz. 
İl binasında ziyaretine gidip aday adaylığımdan söz ettim ve desteğini istedim. Neden olmasın, Bornova üniversite kenti eğitimli arkadaşlar oraya daha uygun dedi. Ama o da Aziz Bey gibi seni desteklerimden ziyade, sana karşı olmam havasındaydı. Sanırım Kamil hocayı öneriyordu. Aziz Bey ile bu konuda anlaşmaları imkansızdı. 
Buraya kadar yaptığım gözlemlerden şunu anlamıştım. Aziz Bey, Sırrı Aydoğan’ı, İl Başkanı Kamil Sındır’ı ve İlçe Örgütü de Nevzat Kavalar’ı istiyordu. 
İzmir’de son bir kapı daha kalmıştı. PM üyesi Rıfat Nalbantoğlu. Bir süre önce İsmail Cem ve YTP, CHP’ye katılmıştı. Kurultay’da Rıfat Serdaroğlu da sanırım YTP kontenjanından PM’ye girdi. Ayrıca Politbüro üyelerinden Mustafa Özyürek ile de yakındı. Meslek Örgütü yönetiminden sanırım. 
Fikret Doğan hoca, Rıfat’a birlikte gidelim dedi. Onlar YTP’de birlikteydiler. İkisi de vekil adayı olmuşlardı. Randevu aldı ve Alsancak’taki ofisine gittik. Duvardaki bir fotoğrafı gösterdi. İsmail Cem kendisine hediye etmiş. Fikret Hoca daha doğrudan ifadelerle Engin’e destek ol, merkezde durum nedir gibi sözlerle başladı. Nalbantoğlu durumu şöyle özetledi. “Bornova tabelasında iki isim var. Engin Önen ve Nevzat Kavalar. Başka kimse yok dedi.” Peki, bizim şansımız ne diye sorunca da “tamı tamına yüzde elli, yüzde elli. Senin referansların güçlü, Baykal buna ikna olmuş durumda, Nevzat’ı ilçe örgütü istiyor.” Özeti bu daha detay konuştuk tabi. 
Fikret Hoca, Mustafa Özyürek üzerinden biraz katkı yap dedi ama buna istekli gözükmedi. 
Sonradan öğrendim, sanırım Prof. Dr. Emin Alıcı hocamız da Baykal’ı arayıp Bornova için beni önermiş. Gerekçesini sormuş, o da kendince ifade etmiş. Bunu sonradan öğrendim. Ardından Baykal, bizim rektöre de, “bizimkilerden kimler tanır Engin’i” diye telefonda sormuş. Candeğer Hoca siyasete uzak olduğu için çok da isabetli isimler verememiş. Bana bunu o zaman söylemişti. Hocam arayın, şu isimleri verin dememiştim ben de. 
Bir süre sonra çalışmalar bitti, adaylara karar verme zamanı geldi. Birçok aday adayı Ankara’da konaklıyordu. Ben buradan izliyordum. Birçok ilçenin adayları belli olmuştu. Sadece beş ilçede anlaşmazlık var deniyordu Politbüro arasında. Bornova, Buca, Çiğli, Konak ve Karabağlar. 
İl Başkanı Karataş da o geceyi Genel Merkezde geçirmişti. Gecenin bir saatinde Baykal onu da çağırmış odaya. Söylenen o ki, Politbüro adaylarına tartışmayı bitirin demiş ve Karataş’a dönmüş, bu ilçeler için adaylarını sormuş. O da Konak’a kendini, Bornova’ya Kamil hocayı söyleyerek liste tamamlanmış. Kendisi okursa belki düzeltme ihtiyacı duyar biz de öğreniriz. 
Daha sonra Cevat Durak bana, hocam saat gece yarısı ikiye kadar senin adın vardı demişti. O da geceyi genel merkezde geçirenlerdendi. Ben gördüklerimi ve duyduklarımı tanıklarla söylüyorum. 
Bunlar geçmişte kaldı ama mekanizma nasıl işliyor konusunda fikir verici olaylar. Neyse daha süreç bitmedi. Kamil Hocanın adı açıklanınca Aziz Bey cephesinde büyük tepki oluştu. Ben ise geri dönüş dilekçemi vermiştim bile. 
Aziz Bey, ekibi toplayıp, Genel Merkezin yolunu tutmuştu. Kamil olmaz, Sırrı olacak diye. Epey bir baskı oluşturmuşlar bu konuda. Fikret Hoca beni aradı. “Rıfat, Ankara’dan aradı. Aziz Bey ile birliktelermiş. Kamil Sındır’ın adaylığını iptal ettirmek için uğraşıyorlarmış. Biz mesafe aldık, Rektöre söyleyin, Baykal’ı arayıp Kamil olmaz derse, bu iş tamam dedi.” 
Fikret hocam öyle şey mi olur diye karşılık verdim. O da peki Kamil hoca olmazsa kim olacak diye sordum diye kendince karşılık vermiş. “Olmaz öyle şey” dedim ve kestirdim.
Yarım saat sonra da Rektör aradı beni. Aziz Bey onu aramış. Uzun yıllar alt üst aynı apartmanda komşuluk yapmışlar. Belli bir hukukları da var. Rektör hoca da Aziz Beyin bu yönde istekte bulunduğunu bana iletti. Ben de kendisine “hocam öyle şey mi olur, siz rektörsünüz, görüşünüz sorulursa bir şeyler söylersiniz ama bir parti genel başkanını arayarak, üniversitenizdeki bir akademisyen için olmaz demeniz hoş olmaz.” Dedim. “Beni rahatlattın” dedi. Çünkü böyle bir işe o da razı değildi ama bana vefa borcu için soruyordu.  
 Onlar da Ankara’dan eli boş döndüler. Liste değişmedi ve seçime böyle gidildi. 
Ben üniversiteye geri döndüm ve yine sivil toplum düzeyinde faaliyetlerimi sürdürdüm.

SİYASET GÜNLERİ-12
Bir önceki bölümde 2009 yerel seçimleri sürecinde tanıklıklarımız ve gözlemlerimize yer verdik. Bazen arkadaşlarımız yorum yaparak katkı da yapıyorlar. Bu da benim bilmediğim detaylar anlamında metni zenginleştiriyor. 
Adaylık sürecinde her ne kadar, ikameti Bornova’da değil gerekçesi kullanılsa da, bu gerçek bir mazeret değildi. Çünkü Bornova’ya yabancı ve ithal bir siyasetçi değildim. Nitekim iki en köklü ve büyük üniversitenin, Bornova’da yaşayan rektörleri de referans vermişti. Daha sonraki dönemlerde Konak’tan müracaat edip, Karşıyaka’ya aday yapılan Hüseyin Mutlu Akpınar veya Karşıyaka’dan müracaat edip de Narlıdere’den aday yapılan Ali Engin örnekleri ile hiç alakası yoktu benim aday adaylığımın. Esas dinamik, kim kimin adamı, kim kimi daha iyi kullanabilir meselesi idi.  
İl Başkanı Kemal Karataş, Konak Belediye Başkanı olarak ilan edilmesine rağmen, kamu görevlilerinin son istifa tarihinden sonra da bir evraka imza attığı için adaylığı düşmüş ve yerine Hakan Tartan, aday ve başkan olmuştu. 
Çiğli Belediye Başkanı Ensari Bulut ile siyasete girdiğim ilk günlerden itibaren tanışıyordum. Sanırım Selçuk Ayhan’ın il başkanlığı döneminde il yönetimindeydi. Yücel Özen ile peynir ticareti falan yapıyorlardı diye hatırlıyorum. Büyük marketlere peynir tedarik ediyorlardı galiba. 
Ensari, başkan seçildikten bir süre sonra hastalandı. Beni telefonla arayıp görüşmek istediğini söyledi. Tedavi sürecinde, daha izole bir süreç için sanırım Balçova’daki İl Özel İdaresine ait tesislerde kalıyordu. Orada buluştuk.
Hocam sen bizim solcu, değerli bir arkadaşımızsın, Çigli’de bizimle birlikte olmanı isterim dedi. Beklemiyordum ama siyasetteki bunca vefasızlığa karşı, Ensari’nin bu tavrı hoşuma da gitmişti doğrusu. Bir görev tanımı yapamıyordu. Ama sen de bizimle ol, Çiğli’yi birlikte yönetelim diyordu. 
Üzerine düşündüm biraz. Yasa uygundu, Başkan yardımcısı olarak bile görevlendirme mümkündü Üniversite Senatosu onaylarsa. Yarı zamanlı görevler de olabilirdi. Bürokratik değil, esnek bir görev olsun diye düşündüm. Danışmanlık olabilirdi. Ancak İlçe belediyelerinde danışmanlık görevi var mıydı bilmiyorum. Onun formülü bulunur dendi. O arada belediyeden böyle bir talep yazısı aldım ve Rektörlüğe ilettim. Karşılığında da görevlendirme izni alınmıştı. 
Gidip Belediyede biraz gözlem yapmak istedim. Başkan yardımcılarının ikisi de yine aynı dönem ve il yönetiminden arkadaşlardı. Onlarla konuştum. Bunu birkaç kez yaptım. 
Başkan yoktu ve belediyede bir karmaşa söz konusu idi. Herkes başka bir belediye yönetiyordu adeta. Düşünüp, taşındıktan sonra bu işten vaz geçtim. Katkım olamayacak diye düşünmüştüm.
Bir daha gitmedim. Rahmetli Ensari ile de son görüşmemiz o olmuştu maalesef. Kaderin cilvesi olsa gerek, yıllar sonra sevgili arkadaşım Yücel Özen de hastalanınca orada kalıyordu ve onunla da son görüşmem aynı salonda olmuştu. 
Aynı dönem Konak Belediye Başkanı olan Hakan Tartan’dan da davet aldım bir gün. Basından ve siyasetten tanışıyorduk. Makam odasında bir öğle yemeği yedik. Benzer bir teklif ondan da geldi. Ama o da çerçeve çizmeksizin, danışmanlık mı olur yoksa bürokratik bir görev mi olur sen bilirsin demişti. 
Sohbetimiz bitince ayrıldım. Düşünelim dedik. O da aramadı ben de dönmedim. 
Bazı belediyelerle anket çalışmaları ve diğer akademik araştırmalara geri döndüm. Ege-Koop Danışma Kurulu üyesiydim. Bu Kurulda gazeteciler, bazı oda başkanları, eski siyasetçiler, akademisyenler vb bulunuyordu. Çeşitli sosyal ve kültürel etkinlikler gerçekleştiriyor ve ayda bir bir araya gelip değerlendirmeler yapıyorduk.
Gazete köşe yazarlığı, TV yorumculuğu, dergi editörlüğü gibi etkinliklerim devam ediyordu. Üniversite yaşamım dışındaki zamanlarda parti içi faaliyetten ziyade sivil toplum, basın alanında faaliyet yürütüyordum. 
Öte yandan o dönemde bazen yalnız bazen arkadaşlarımla oluşturduğum ekipler aracılığıyla, İzmir’in de gündemine oturan kentsel dönüşüm araştırmaları yapıyorduk. Bayraklı’da Belediyenin desteği ile Fuat Edip Baksı mahallesinde ve kendi imkanlarımızla da Kadifekale’de çok sayıda alan araştırması gerçekleştirdik.
Böyle de devam etmeyi düşünüyordum. Ta ki, Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelişine kadar. O dönem pek çok arkadaş gibi ben de heyecanlandım ve az da olsa, siyaset pratiğinin değişeceğine inandım. 
Tekrar CHP’ye üye olmaya karar vermiştim. Yine Fikret Doğan Hoca ile İl Başkanlığının yolunu tuttuk. İl Başkanı Rıfat Nalbantoğlu, bizi karşıladı, çaylar ikram etti. Fikret Hoca’ya sürekli abi diye hitap ediyordu, YTP dostluğu ile olsa gerek. 
Üyelik formlarımızı doldurduk. Üyelik aidatlarımızı da yatırdık. Kefil olması gerekiyor dedi İl Başkanı, durun ben imzalayayım kefil olarak. İl Başkanının kefilliği ile CHP’ye resmen dönüş yapmıştık. Daha doğrusu biz öyle sanmıştık. Bir vesile ile Ankara’da iken Fikret Hoca ile genel merkeze uğramıştık. Onun tanıdıkları vardı. Sendikalardan ve siyasetten. 
Orada sorduk ve aylar geçmesine rağmen bizim üyeliğimiz falan yalanmış. Yok dediler. İkiniz de üye gözükmüyorsunuz. Ya yanlışlık olmasın, bir disiplin cezası falan da yok. 
Sonra o sıra Genel Başkan Yardımcısı olan Alaattin Yüksel’in odasına gittik. Gülüştük tabi bizim İl Başkanı imzalı üyeliğimizin yollarda kaybolması olayına. Bu defa da Alaattin Yüksel kefilliğinde üyeliği bir daha tazeledik.
Geçmişe bakınca ne kadar yorucu geliyor şimdi bütün bunlar bana. Ama yaşadık. 
Yarın yazamayacağım için bu gün iki bölüm paylaşayım istedim. Nasıl olsa meraklısı okuyacak az ya da çok olması da önemli değil aslında. Ama bu seriyi bitirmek istiyorum bir şekilde. Başta öngördüğüm gibi 10-12 bölüme sığmadı. 
Üç bölüm daha yazarak tamamlarım sanırım.

SİYASET GÜNLERİ-13
Siyaset sadece parti binalarında sürmüyor, kahvede, lokalde, sokakta, yemekte devam ediyor. Çünkü bu aynı zamanda bir sosyalleşme meselesi. Hangi parti içinde faaliyet gösterirsen göster, onun içinde de ayrı bir çevren oluyor. 
Ben sosyolog olmanın zorunlu sonucu olarak bu ilişkileri aynı zamanda gözlemliyor ve kendimce yorumluyordum da.. 2009 yılında ilk adaylık denemem olmuştu. Milliyet Ege’de düzenli olarak, Radikal’de de zaman zaman yazıyordum. 
Bu yazı dizisine katkısı olacak çok yazım var. Ama bundan sonraki bölümleri daha farklı bir gözle izlememize yardımcı olacak iki yazıya yer vermek istiyorum. İkisi de 2009 yılıdan ve Milliyet Ege’den.

"BİR HEMŞEHRİLİK ÖYKÜSÜ
Geçen akşam, çoğunluğu eski ve yeni sendikacı, vakıf ve dernek yöneticisi olan arkadaşlarla birlikte yemekte buluştuk. Yemeğin amacı büyükşehir ortamının yalnızlaştırıcı etkileri karşısında birbiriyle dostluk ilişki bulunan kişilerin zaman zaman bir araya gelmesini sağlamaktı. 
Yemek sırasında sendikacılık ve devrimcilik günleri anılırken, örnekler daha ziyade Çorum, Malatya, Erzincan ve Tunceli gibi illerde yoğunlaşmaktaydı. Yetmişli yıllarda faşizme karşı mücadeleler, katliamalar…
Yaklaşık otuz kişiden oluşan grubun sohbetinde ilerleyen saatlerde hemşerilik anıları ve duygusu ön plana çıkmaya başlamıştı. Şakalaşmalarda “Çorumluların, Malatyalıların üstünlüğü” gibi örnekler veriliyordu ki, Fikret Doğan Hoca, birden fark edip, “Arkadaşlar aramızda bir de İzmirli var” deyince, teşhir olmanın mahcubiyeti ile elimi kaldırdım.
Bütün bu takılmalar şakaydı ve konuyu “Hepimiz İzmirliyiz”e bağladık. 
Fikret Hoca bu konuyla ilgili olarak başlarından geçen bir olayı anlattı. Olayın kahramanlarının çoğu da o anda yemekte bulunuyordu. Eğitim-Sen Genel Başkanı ve bazı şube başkanları Urla’dan İzmir’e dönerken, trafik kontrolüne takılıyorlar. Yemekten döndükleri ve alkollü oldukları için, ceza alma ve ehliyeti kaptırma telaşı yaşanıyor doğal olarak.
Derken içlerinden biri, trafik polisine araçta bulunanların önemli kişiler olduklarını, memurlar ve öğretmenler için büyük mücadeleler yürüttüklerini anlatarak olayı yumuşatmaya çalışır. Ancak polis bu sözleri hiç dikkate almaksızın, kimlikleri toplayıp polis aracına gider. 
Kısa bir süre sonra alkollü sürücününki dahil bütün kimlikleri geri getirir. Ceza da yazmamıştır üstelik. Ama kendisine konuşan kişiye “ceza yazmadım ama sakın senin anlattıklarından dolayı sanma, ehliyette doğum yeri ‘Malatya’ yazıyor, onun için.”
Her ne kadar hepimiz İzmirliyiz desek de veya çeşitli statüleri elde etmiş olsak da, büyükşehir ortamında doğum yeri esasına dayanan hemşerilik dayanışması, sadece folklorik bir anlam taşımıyor.
Bir yandan ulusa dayalı yurttaşlıktan dünya yurttaşlığına geçişin sıkıntıları yaşanırken, öte yandan da ulus altı yerel kimliklere dayanarak korunma ihtiyacı kalıcı hale geliyor."

Bu konu ile ilgili çok sayıda bilimsel araştırma yayın bulunmaktadır. Ben de hem gazete düzeyinde hem de akademik olarak bu konuya kafa yormuş, yani hemşericilik ve mezhepçilik konularına ilişkin çok sayıda gözlem yapmış, yazı yazmış biri sayılırım. 
Yerel siyaset ve yerel yönetimler konusunda da kendimi hem mektepli hem alaylı olarak tanımlıyordum. İlk adaylık başvurumu yapmadan önce hem üniversiteden istifa etmiştim hem de gazetede yazmayı bırakmıştım. Bana göre ikincisi de gerekliydi. Başkan adaylığı için başvurumu yapmadan gazetede yazdığım son (o dönem için) yazı şu olmuştu: 

BEN DE BAŞKAN OLMAK İSTİYORUM
Belediye başkan aday adayları çoğaldı. Hepsi de şehre hizmet etmeye talip. 
“Benim neyim eksik” diye düşünüyorum. Ben de halkıma ve hemşerilerime hizmet etmek istiyorum. Hem de beşikten mezara kadar. Bunun yegâne yolu belediye başkanı olmak. Onun için ben de belediye başkanı olmak istiyorum. 
Şehri topyekûn kalkındırmak istiyorum. Turizmi geliştirmek ve mega projelere yönelik olarak yabancı sermayeyi çekmek için önlemler almak istiyorum.  
Yollar, parklar yapmak istiyorum. Kaldırımları genişletmek, onları söküp yeniden yapmak istiyorum. Çocuklar için kreş ve anaokulu, yaşlılar için huzurevi inşa etmek istiyorum. 
Kültür merkezleri yapmak, meslek edindirme kursları açmak istiyorum. Yeraltına otoparklar, yerüstüne ise büyük tesisler yapmak istiyorum. Alt ve üst geçitler yapmak, ulaşım sorununu çözmek için daha çok otobüs almak istiyorum.
Su sorununu çözmek için yeni barajlar inşa etmek ve kuyular açmak istiyorum. 
Çöpleri düzenli toplamak ve çevre temizliğine önem vermek istiyorum. 
Güvenlik sorununu çözmek için bütün sokakları kameralarla donatmak istiyorum.
Fakirlere kumanya dağıtmak, Ramazanda iftar çadırları kurmak ve cemiyet yemeklerine katılıp, konuşmalar yapmak istiyorum. 
Ünlü ve zenginlerin oğullarının sünnet törenlerinde sağdıç veya kirve olmalıyım. Yine evlenen çocuklarının nikahlarını da ben kıymalıyım.
Popstar veya diğer tv yarışmalara katılan hemşerilerime sms desteği vermek istiyorum.
Ekibimle birlikte Hacca gitmek, beldeme mutlaka bir Cemevi inşa etmek istiyorum.
Açılış törenlerine katılıp nutuk atmak istiyorum.
Başka şeyler de geçiyor aklımdan. İmar planları yapılırken karşıma çevreciler çıkarsa, “yeşil görmek isteyen manava ya da ormana gitsin” demek istiyorum.
Belediye Başkanı olmak istiyorum. Ama “hangi ilçede veya hangi partiden?” diye sormayın. Bunun bir önemi yok. Çünkü önemli olan hizmet etmek.
Kendim için bir şey istiyorsam namerdim. 
Maksat hizmet olsun.. 

İşte böyle. Siyasetin bir süredir hizmete indirgendiğini ve vaatlerle seçmen avlamanın marifet sayıldığı bir ortam eleştirisi yapmaya çalıştım. Kişiliksiz siyaset anlayışı. Partiye göre farkların silikleşmesi anlamına geliyordu. Yıllardır bunu eleştirdim durdum. 
Bu yüzden de siyaset sınıfı ile ciddi doku uyumsuzluğu yaşadım. Bundan sonraki bölümlerde bunların çok çarpıcı örneklerini anlatacağım. Narlıdere ve Çeşme tecrübesi ile. 
Ben öğrenciyken önce Bornova’da yaşadım, sonra Yeşilyurt’da taşındım. Bir süre sonra Üçkuyular’da ikamet ettim. 2005 yılından bu yana Narlıdere’deyim. İşyerim Ege Üniversitesi olduğu için benim yaşamım üç yerli oldu çok uzun yıllar. Bornova, Narlıdere ve Çeşme. Emekli olduğumdan beri iki yerli yaşıyorum. Narlıdere ve Germiyan/Çeşme. 
Siyaset serüvenim de bu hattı izledi.

SİYASET GÜNLERİ-14 (Narlıdere Tecrübesi)
Bir süredir (2005) Narlıdere’de yaşıyordum. Burada çok arkadaşım vardı. CHP ve diğer sol partililer de beni tanıyorlardı. Üniversite’ye buradan gidip geliyordum artık. Zaman zaman bazı toplantı ve söyleşilere beni de davet ediyorlardı. Meslek Lokalleri giderek geriliyor ve yöre dernekleri toplaşma yeri oluyordu. Siyasetin nabzı da oralarda atıyordu. Malatyalılar Derneği, Çağdaş Erzincanlılar, Diyarbakırlılar, İslimliler, Ağrılılar vb. onlarca yöre derneği. Bir de adeta çatı derneği niteliğinde Alevi Bektaşi Derneği bulunuyordu. (bunları detayları ile Narlıdere kitabımızda anlattık)
Narlıdere’de yaşadığım siyaset tecrübesi hem bir siyasetçi hem de sosyolog olarak en zenginiydi. Ana hatları ve benim açımdan öne çıkan olayları ile bu süreci özetlemeye çalışacağım. 2009’dan sonraki dönemin son kısmında yoğunlaşacağım. Ancak bu dönemde, bu yazı dizisinde önemli başka bazı olayları, diğer ilçelerde de (örneğin Seferihisar) yaşadığım halde, konu bütünlüğü açısından onlara gelecek bölümde yer vereceğim.
2009 yerel seçimlerinde Abdül Batur, üçüncü kez ve rekor bir oyla (%70) Narlıdere Belediye Başkanı seçilmişti. Artık kutuplaşma giderek artıyordu. Nitekim Balçova’da da CHP seçimi %69 ile kazanmıştı. Bu dönemin sonuna doğru CHP İlçe Başkanı Cafer Esen idi. Sanırım belediyeden emekli olmuştu. Urla’da oturuyor diye bazı itirazlar da oluyordu. Ama şimdiki İzmir Milletvekili Ednan Arslan da Narlıdere’de olduğu halde Güzelbahçe İlçe başkanlığı yapıyordu. 
2013 yılının sonuna doğru, yerel seçimlere yönelik hareketlenmeler başlamıştı. Abdül Batur üç dönemini tamamlayacağı için değişim olacağı beklentisinde olanlar çoğalmıştı. Birkaç kişi adaylık çalışmalarını yürütüyorlardı yavaş yavaş. 
Ardından toplam 11 mahallenin 10’unun muhtarı ortak bir metin ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na başvuru yapmışlardı. Bu anlamda yeni aday arayışları yoğunlaşıyordu. Tabi ki ilçe örgütü ve birçok partili de Batur’un devam edeceğini düşünüyorlardı. 
Bu hareketlenmenin yoğunlaştığı bir dönemde üç dört arkadaş evime geldiler. Uzun süredir toplantılar yapıyorlarmış. Eski ilçe başkanları, meclis eski başkanlarının bazıları ve muhtarlar vb. İki aday adayı ortaya çıkmıştı. Beni ziyarete gelen arkadaşlar, onlar olmaz, biz çok tartıştık, sende karar kıldık dediler. 
Bu görüşme evimde oluyordu ve haliyle eşim yine çok rahatsız olmuştu. Uzun uzun konuştuk. Ben Batur’un genel merkezle güçlü bağlarının olduğunu hatırlatıyor, değişmesinin zor olduğunu söylesem de, artık değişecek ısrarı vardı. Bir süre daha bu tartışma ve ısrarlar devam etti. 
Yerel yönetimler, kentsel yaşam ve siyaset sosyolojisi gibi dersleri ilgim dolayısıyla seçmiştim. Bu akademik ilgi beni pratiğe de yöneltiyordu. Kabul etmeye bu anlamda eğilimliydim. Mevcut belediye yönetimlerini birçok açıdan sorunlu görüyordum, halen de öyle görüyorum. Farklı bir model, uygulama yapabiliriz duygusu son döneme kadar bende vardı. Bu nedenle öneriyi kabul ettim.
Oğlum da adaylığıma karşı çıkmıştı. "Baba CHP sosyal demokrat parti mi, ne diye aday olmak istiyorsun." Değildi ama ben sosyal demokrat bir belediyecilik yapabilirim demiştim. 
Benim dışımdaki diğer aday adaylarından biri Sivaslı diğeri de Erzincanlıydı. Bunu vurgulamak önemli, çünkü bu bağa dayanmak yaygın bir alışkanlıktı. 
Böyle bir hemşerilik bağı şöyle sonuçlara yol açabiliyordu. Engin Hoca iyi ama ben hemşerimi desteklemek zorundayım. Bu modern düşünce açısından tuhaf ama siyasetin pratiği açısından çok katı bir gerçekti. Bazı sosyalist gelenek içinden gelen arkadaşlar bile (Sivaslısı, Erzincanlısı) aleni gözükmek istemeyip, ofislerde ve görüşmelerde beni desteklediklerini net olarak ifade ediyorlardı. 
Narlıdere tecrübesinde müthiş tanıklıklarım ve gözlemlerim oldu. Çok özel görüşme ve olayları her zaman olduğu gibi ihmal edip, daha öne çıkan ve birçok kişinin de tanık olduğu olaylara yer vermeye gayret edeceğim.
Bu süreci iki bölümde ele almak mümkün. Biri genel merkez ayağı ve diğeri de yerel ilişkiler. Bazen de bunların iç içe geçtiği durumlar oluyordu. 
Genel Merkez ayağı olmadan olmaz deyip, üniversiteden istifa ettikten sonra Ankara’nın yolunu tuttum. Genel Sekreter Adnan Keskin ile tanışıyordum. Odasına girdiğimde Hüseyin Mutlu Akpınar da oradaydı. Bizi tanıştırmaya kalkınca, gerek yok dedik. Hüseyin’in babası ile arkadaşlığı varmış. O da Konak aday adayları arasındaydı. 
Keskin’e anlattım ama Batur’u desteklediğini biliyordum zaten, benimki nezaketen bir ziyaret niteliğindeydi. Seni de tanıyorum, olsa keşke ama işte orada Batur var, ilçe örgütü ne der vb. 
Herkesi gezmeye niyetim yoktu. Bülent Tezcan ve Gökhan Günaydın’dan da randevu almıştım. Bülent Tezcan’a kendimi tanıtmaya kalkınca, hocam ben sizi tanıyorum, siz beni hatırlamadınız ama Kuşadası’nda tanışmıştık dedi. “O dönem SHP olarak bizim bir dr arkadaşımız adaydı. CHP’nin adayı ise Engin Berber’di. Siz yaptığınız araştırma sonucunda Berber’in çok rahat kazanacağını ve bizim adayımızın da %11 oyu ancak alabileceğini söyleyince, adayımız kalkıp gitmişti size kızarak. Biz %11 aldık o seçimde.” Güncel sohbete gelince dinledi ama “ben karışmam ağam ne derse o” anlamına gelecek şeyler söyledi. Daha doğrusu ben öyle yorumladım. 
Gökhan Günaydın o dönem yerel yönetimlerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısıydı. Diğer konuğu alırken, hocam sizi en son alayım, daha rahat ve uzun konuşalım dedi. Benim de işime geldi bu yaklaşım. Hüseyin de benden önce girecekti. Aziz Bey’e kızıp duruyordu. Çünkü onun adayı Sema Pekdaş’tı. Hüseyin bana hitaben, “Hocam Tunç’a söylesene büyükşehir için çıksın” dedi. Aziz Bey ben varım deyince o kolay değil dedim. Yoksa Tunç Bey, Kemal Beye bu arzusunu iletmiştir sanırım. 
Bana böyle söylüyordu, çünkü bir süredir Tunç Soyer’e destek veriyordum ve birlikte bazı organizasyonlarda bulunuyorduk. Bu gelecek bölümde yer alacak. 
Gökhan Günaydın, beni çok nazik bir şekilde karşıladı. “Hocam senin hakkında çok güvendiğim arkadaşlardan çok olumlu referanslar aldım. Sizin aday olmanız için elimde bir fırsat olsa bunu mutlaka değerlendiririm. Yine de elimden geleni yapacağım ama bizim genel başkan, şimdi Aziz Bey’in isteklerini göz önüne alalım denge bozulmasın der” dedi. İkimiz de sosyal bilimciyiz, denge toplumda ve siyasette sürekli yeniden kurulan bir şeydir diye karşılık verdim. 
Diğer detaylara gerek yok. Daha sonra beni destekleyen arkadaşlar hem Meclise hem de Genel Merkeze giderek Kemal Bey ile görüşmeler yaptılar. Onlar gerçekten samimi ve büyük bir çaba içerisindeydiler. 
İzmir’e döndüğümde Aziz Kocaoğlu ile yine görüştüm. Yine aynı kaçamak cevaplar veriyordu. “Hocam İzmir’de senin gibi defosuz kaç siyasetçi var ki, keşke olsan. Genel merkez gösterirse ben karşı çıkmam.” Ben bunların anlamını bilecek kadar tecrübe sahibi biriydim ve Aziz Beyi de tanıyordum. Ama nezaket gereği bu görüşmeler yapılıyordu yine de. 
Yerelde ise, sokak sokak bildiri dağıtıyoruz ve hemen her dernekte ve lokalde toplantı yapıyorduk. Arkadaşlara bunlara gerek yok, kimse bunu dikkate almaz desem de, adettendir diye olsa gerek epeyce etkinlik ve toplantı yapmıştık. 
Avukat ve aynı zamanda Erzincanlı olan, ki eski arkadaşımız idi, çok agresif bir tavır sergiliyordu özellikle bana karşı. Erzincanlılar veya başka bir yerde tartışırlarken, benim adaylığıma karşı çıkmak için “ bir Arnavut’tan kurtulacağız, başka bir Arnavut’u mu getireceğiz” demiş. Ben de Batur da Arnavut değil. Benim anne tarafım muhacir. Bu söze sosyal medya üzerinden şöyle bir yanıt verdim: “Ben Arnavut değilim ama çıkıp da Arnavut değilim demeye utanırım.”
Derneğin Genel Kurulunda, Divan Başkanlığı yapan başka bir arkadaşımız ise toplantıda, “bu dönem bizden biri aday olmalı” deyince de, ona telefondan mesaj attım. “Sevgili hocam sanırım bu seçim Binali Yıldırım’ı destekleme kararı almışsınız derneğinizce” deyince,  “Nereden çıktı Engin Hocam öyle şey mi olur” sorusuna, “Binali Erzincanlı, Aziz Bey Tokatlı. Bu durumda hemşerinizi destekleyeceğiniz sonucunu çıkardım” deyip, konuyu kapattım. 
Ben Alevi Bektaşi Derneğine bu amaçla bir ziyaret gerçekleştirmedim. Aslında olmaması da lazım. Ama bu dernekler, inanç ve kültür kurumu olduğundan daha fazla siyasi organizasyonlar, bu da bir gerçek. 
Ancak arkadaş grubum bu ziyareti yapmış. Beni destekleyenlerin büyük bir bölümü Alevi ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden buraya gelmiş kişilerdi. Bana destek verirken ne hemşericilik ne de mezhepçilik söz konusuydu. Dernek Başkanı beni desteklemeye sıcak bakmamış haliyle.(Oysa arkadaşım, pek çok platformda birlikteliğimiz de var) Üyelere bunu anlatamayız demeye getirmiş. Yani Alevi olmayan bir adaydan yana olamayız. Neyi eksik? Bizden değil.
Bu kitap kapsamında bir konu. Kitapları da var nitekim. Ben de Narlıdere kitabımın, Yerel Siyaset bölümünde bu konuyu sosyolojik olarak da ele almaya çalıştım. 
Bir İzmirli olarak siyasette dezavantajlı oluyorsunuz baştan. Eğer başka bir çıkar grubu, Mason locası, iş dünyası vb. bağlantınız yoksa. 
Toplantı için bir pankart yaptıralım dedi arkadaşlar. Güngören Caddesinin sonunda böyle bir dükkan vardı. Oraya beni sağ olsun Hasan Demir götürmüştü. Kendisi Siverekli ve emekli astsubaydı. Kampanyada çok koşturanlar arasındaydı diyebilirim. Neyse bizim pankart hazırlandı, borcumuz nedir kısmına geçince, ücret yok bizden demez mi, matbaacı. Neden falan derken, biz de hemşericilik yapalım, ben de Hoca gibi Çeşmeliyim demez mi? Ben de hayatımda ilk ve de son kez hemşeri yardımı gördüm. Hele hele Çeşmeliler… Hiç hemşerilik duygusu taşımazlar.
Beklediğim ve tahmin ettiğim gibi Batur’un adaylığı açıklandı. Bana daha önce çeşitli dernek ve kahvehane toplantılarında zaman zaman sorulan sorulardan biri, aday olmazsan ne yapacaksın, sorusuydu. Hiçbir şey diyordum. Kastedilen başka partiye geçip aday olacak mısın idi. Benim de cevabım buna yönelikti. 
Adayların açıklandığı günün akşamı kalabalık bir grup Narlıdere CHP İlçe binasının önünde toplanıp, protesto gösterisi yapıyorlardı. Evim yakın olduğu için sesleri duyuyordum. Biraz sonra İlçe Başkanı Cafer Esen aradı. “Hocam arkadaşlara dağılmalarını söyleseniz, hoş olmuyor vb.” dedi. Ben de ona, “ben göndermedim ki ben dağıtayım. Öyle bir etkim olmaz” dedim. 
Bir ya da iki gün sonra, dönemin DSP İl Başkanı aradı. “Hocam biz seni izliyorduk. Bizim adayımız olur musun, seninle baya ses getiririz, iddialı oluruz.” gibi sözler söyledi. Nazik bir şekilde teşekkür ettim. “Ben her aşamada söz verdim. Şu anda da CHP üyesiyim. Aday yapılmadım diye başka bir partiye geçmem. Bu bana uygun değil” deyip konuyu kapattım. 
Bu defa CHP’li ve bazı sol grup partilere yakın arkadaşlar, bağımsız aday ol baskısı yapmaya başladılar. Onlara da doğru bulmam ve sözüm var zaten dedim. Kampanya sırasında her siyasetçi sözler verir deyince bir arkadaş, “ben onlardan değilim. Ben sözlerimin esiriyim” karşılığını verdim.
Böylece bu dönem de kapandı. Bağımsız aday olarak giren kişi sanırım %8 düzeyinde oy almıştı. Batur bu seçimle birlikte dördüncü dönemine başladı.  
Gelecek bölüm sivil toplum ve Tunç Soyer ile mesai ve devamı… Yani tamamlamaya doğru.

SİYASET GÜNLERİ-15
Bir önceki bölümde Narlıdere tecrübesini anlatmıştım. Ancak çok detaya girmemeye çalıştığım için bazen de siyaset pratiğinin bazı mekanizmalarına ilişkin gözlemleri ihmal etmiş oluyorum. Sonradan yazıyı okuyunca epeyce eksik bıraktığım yer olduğunu anladım ve onlardan da bazı örnekler vermeyi uygun buldum.
Seçimler ve seçimler öncesinde aday adaylık süreci çok farklı dinamikler üretir. Basın, reklam sektörü, anket firmaları, aracılar, iş takipçileri vb. Aslında bu sürece ilişkin çok iyi gözlemleri içeren Ercan Kesal’ın “Nasipse Adayız” filmini izlemeyenlere mutlaka öneririm.
Narlıdere’deki aday adaylık sürecimde etrafımda geniş bir ekip oluşmuştu. Ağırlık Narlıdere’den olmak üzere diğer ilçelerden de bu çalışmalara katılan arkadaşlar samimi bir mesai harcıyor bazıları da Ankara’daki ilişkileri zorluyordu. 
Ankara’ya gittiğimde Kılıçdaroğlu’nun basın danışmanı ile de bir araya getirmişlerdi beni. Yüz yüze olmasa da birbirimizi tanıyorduk. Bir büroda uzun uzun konuştuk. Bu arkadaşlardan biri İzmir’e taşınmak istiyormuş. Solunum rahatsızlığından söz etti, utangaç bir şekilde bu işi halledebilirsek, belediyede başkan yardımcılığı talebinde bulundu. Bunlar da hiç bana göre değildi. 
Ardından Narlıdere’de yaşayan rahmetli bir şair arkadaşımız aldı beni başka bir yere götürdü. Oradakiler de Rahşan Ecevit ile yakınmış. Ecevit’in koruma müdürüne başkan yardımcılığı verirsem, Rahşan Hanımın Kılıçdaroğlu ile görüşeceğini söyledi. Buna benzer görüşmeler yapıp İzmir’e geri döndüm. 
İzmir’de bir süredir tanıştığım ve güvendiğim bir arkadaşım, Kılıçdaroğlu’nun arkadaşıydı. Üniversiteden beri ailece de görüşen biriydi. O da yardımcı olmaya çalışıyordu. Ancak seçim öncesi Kemal Bey doğal olarak görüşmelerini sınırlıyordu. Nadiren görüşmek mümkündü. Öte yandan başka bir arkadaşları daha vardı. O Kemal Bey ile aynı apartmandaydı sanırım. Narlıdere’de de evi vardı ve Selvi Hanım, İzmir’e geldiğinde onun evinde kalırmış. Dede deniyordu. 
Şimdi rahmetli olan bu kişi ile Kemal Bey’e bir mektup gönderdik. Ayrıca desteğini istedik. Bir akşam üçümüz eşlerimizle birlikte yemek yiyip, rakı içerek işin sohbetini de yaptık. Ama nedense ben adamı pek tutmadım. Bir süre sonra da bu şüphemde haklı da çıktım. Kılıçdaroğlu yakınlığını pazarlıyordu. Belediyelerden araba ve şoför tahsis ediliyor. Akşamları çeşitli yerlerde rakı balık ikramları yapılıyor ve o da siyasete böyle katılıyordu. Daha sonra da onunla iki ya da üç kez karşılaşmıştım. 
Büyükşehir Belediyesinde çalışan arkadaşım başka bir ilişki ayarlamış. Söz konusu kişi Büyükşehirde şoför ama özellikli biri. Çünkü Adnan Keskin’in şoförü. Adnan Keskin o anda ikinci adam. Ne zaman İzmir’e gelse bu kişi onun emrinde. Bundan da hoşlanmadım. Çünkü ben zaten Adnan Keskin’i tanıyorum ve niyetini de biliyordum. Şoförü üzerinden başka denemeler bana sevimsiz ve anlamsız geliyordu. 
Derken aynı arkadaşım başka bir bağlantı daha önerdi. O da biraz pazarlık havasında bir ilişkiydi. Kimseyi kırmak istemiyordum ama çok sıkılıyordum doğrusu. Bunun üzerine arkadaşım ki kendisi de sosyolog, “böyle olmaz ki, onu vermem bunu vermem, bu kadar katı politikacılık olmaz bu ülkede” türünden bir serzenişte bulunmuştu. Haklıydı önemli ölçüde. Çünkü siyasetin pratiğinde al gülüm ver gülüm ilkesi esastı.
Daha da ilginci, bir kadın arkadaş nerden bulduysa, başka bir şehirde başka bir kadınla görüşmemizi önermişti. Bu da nereden çıktı, kim bu kadın diye sorunca, etkili bir MYK üyesinin sevgilisi olduğu söylenmez mi… Ya ne yapıyorsunuz, böyle şey mi olur, MYK üyelerini ikna edemedik de sevgilileri üzerinden mi çözeceğiz bunu deyip bu öneriyi red ettim. Çok yakın bir arkadaşım ise halen ısrar etti gidelim diye ama bunu yapmam imkansızdı. 
Sokaklarda ekip olarak tur atıyor esnafa ve gelen geçene bildiriler veriyorduk ya, bizim Fikret Doğan Hoca da ekipteydi ve bana çok sonra söyledi. Bizimle de temas da olan ve bölgede inşaat işleri yapan biri, Fikret Hoca’ya yakınmış benim için. “Bu kadar da katı dürüstlük olmaz ki, insanı tedirgin ediyor bu tavrı” diye. 
Böyle işte kendi ekibini bile rahatsız eden biri çıkmış adaylık talep ediyor. Olmaz tabi. Olmadı da. 
Adaylar açıklanmadan bir ay kadar önceydi sanırım, Tunç Soyer aradı ve akşam birlikte yemek yiyelim dedi. Sığacık’ta buluştuk. Seferihisar’da birinci dönemi tamamlanmış, Büyükşehir’i istiyor ve tabi ki ben de olmasını canı yürekten istiyorum, Ankara’daki görüşmelerini paylaşmak istemiş benimle. “Hocam bu iş oluyor” dedi. Ben pek ihtimal vermiyordum. Aziz Bey’den vaz geçeceklerine ilişkin hiçbir belirti yoktu ortada. 
Benim parti örgütlerinde bağlantılarım yok, yerel örgütü tanımıyorum, bu nedenle Rıfat Nalbantoğlu, Hüseyin Mutlu Akpınar ve Mustafa Özuslu ile hareket etmeyi düşünüyorum dedi. Nedenini sordum, Nalbantoğlu’nunkini vefaya bağladı. İlk adaylığındaki desteğine. Oysa o dönem adaylar belirlenirken İl Başkanı Kemal Karataş idi. Ama o istifa edince kampanya sırasında bu görevi Nalbantoğlu üstlenmişti. 
Neyse sürpriz olmadı. Büyükşehir adayı Aziz Bey oldu. İlçeler açıklandığında bir sürpriz yaşandı. Sema Pektaş, Karşıyaka, Hüseyin Mutlu Akpınar da Konak adayı olarak açıklandı. Aziz Beyin müdahalesi ile Sema Hanım Konak’a getirildi, Adnan Keskin’in ısrarı ile de Hüseyin, Karşıyaka adayı oldu. 
Baykal zamanındaki oligarklar değişmiş ama oligarşi sistemi değişmemişti. 
Tunç Soyer’in parti örgütündeki ekibi Karşıyaka’da buluşmuşlardı. Ama zaman içinde Hüseyin bu ekipten ayrılacak veya ayrı tutulacak yerine şu anda MYK üyesi olan başka bir arkadaş dahil olacaktı. 
Benim ise Tunç Soyer ile bağlantım ve ona desteğim başka örgüt dışı alanlarda sürüyordu. Özellikle birçok sivil toplum kuruluşu ve oluşum içinde yollarımız kesişiyordu. Orkinos Çiftliklerini protestodan İzmir Düşünce Topluluğuna kadar çok sayıda oluşum içinde birlikte faaliyet göstermeye başladık. Ayrıca kişisel ilişkimizde sürekli olarak Büyükşehir hedefi doğrultusunda görüş alışverişi yapıyorduk.
Gelecek bölümde bu detaylar yer alacak.

  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
YUKARI