Her yıl 1 Eylül’de aynı sahne tekrarlanıyor: Süslü sözler, törensel açıklamalar, klişe mesajlar… Sanki barış, yalnızca anma günlerinde hatırlanacak bir temenniymiş gibi. Oysa barış, içi boşaltılmış bir dilek değil, somut bir siyasal mücadeledir.
Bugün dünyada savaşların dinmemesinin nedeni ortada. Filistin halkı kendi topraklarında sürgün ediliyor, Ukrayna emperyalist güçlerin vekâlet savaşına sahne oluyor, Suriye hâlâ büyük devletlerin masa başında çizdiği haritalarla yönetiliyor. Yani mesele “halkların birbirini anlamaması” değil; asıl mesele emperyalizmin çıkar uğruna milyonlarca insanın yaşamını hiçe saymasıdır.
Türkiye’de de tablo farklı değil. İktidar, içerideki ekonomik krizi ve toplumsal huzursuzluğu gizlemek için milliyetçiliği ve güvenlikçi söylemleri kullanıyor. Dış politikadaki her gerilim, içerideki yoksulluğu unutturmak için bir araç haline geliyor. Bir yandan “barış” sözü ağızdan düşmüyor, öte yandan sınır ötesi operasyonlar, komşu halklarla düşmanlaştırıcı söylemler ve içeride artan baskı politikaları sürüyor. Bu koşullarda iktidarın “barış” demesi ne kadar samimi olabilir?
Gerçek şu ki savaş politikaları sadece cephelerde değil, sofralarda da yürütülüyor. İşçinin alın teri, köylünün emeği, öğrencinin geleceği her gün gasp ediliyor. Yoksulluk derinleşirken, gençler ülkeden umudunu keserken, kadınlar yaşam hakkı için mücadele ederken barıştan söz etmek, sadece silahların susmasını kastederse eksik kalır. Çünkü sömürü düzeni devam ederken, adalet ve eşitlik yokken barıştan söz edilemez.
Barış, gökten düşecek bir armağan değildir. Halkın örgütlü mücadelesinden doğar. Bir işçinin emeğini savunmasıyla, bir gencin özgürlüğü için ses çıkarmasıyla, bir kadının yaşam hakkına sahip çıkmasıyla ete kemiğe bürünür. Halk, savaş politikalarına rıza göstermediğinde, sömürüye karşı yan yana geldiğinde barış inşa edilmeye başlanır.
Bunu tarihimizden biliyoruz. Daha 103 yıl önce, emperyalizme karşı halkın örgütlenmesiyle verilen büyük Kurtuluş Savaşı’nın sonucunda, 30 Ağustos Zaferi’ni kutladık. O zafer, halkın birleştiğinde neler başarabileceğinin en somut kanıtıydı. Bugün de aynı inançla, aynı kararlılıkla hareket edersek, yalnızca yüz yıl öncesinin mirasını korumakla kalmayız; daha ileri, daha eşitlikçi, daha özgür bir Cumhuriyet’i hep birlikte kurabiliriz.
Bugün iktidarın “milli birlik ve barış” adı altında topluma dayattığı şey, aslında itaat kültürüdür. Sessizlik isteniyor, sorgulamayan bir toplum arzulanıyor. Oysa gerçek barış, sessizlik değil; halkların kardeşleştiği, sömürünün ortadan kalktığı, emeğin değer bulduğu bir toplumsal düzenin adıdır.
Şunu unutmamak gerekiyor: Barışın gerçek sahibi halktır. Ve halk, örgütlenmeden, kendi kaderine sahip çıkmadan barış gelmeyecektir. Tarih bize bir şeyi öğretti: Halk birleştiğinde, kardeşliğini büyüttüğünde, en güçlü ordular bile yenilgiye uğrayabilir. Tıpkı 30 Ağustos’ta olduğu gibi… İşte o gün geldiğinde barış, yalnızca bir temenni değil; halkların ortak yaşamının gerçek adı olacaktır.