Bugun...
SON DAKİKA

KAYBETTİKLERİMİZ!

 Tarih: 04-07-2023 08:20:00
ÖMER ÖNAL

Alaçatı’nın eski manavlarında olan rahmetli Rıza Baysal, dükkânında oturmuş sigarasının dumanından yanan gözleriyle etrafına bakmadan bir yudum daha aldı masasında bulunan rakısından. Sonra başını kaldırıp etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Karşısında oturan yeğenine, “Yeğenim, ne çok dertli insan var bu çilekeş dünyada.” dedi. Ahşap rafların arkasındaki hoparlörlerden cızırtılı bir ses kulakları okşamaktaydı. Manav Rıza’nın dükkânı, Kemalpaşa Caddesi’nde herkesin uğradığı bir mekândı. Dükkânı biraz salaştı, manav dükkânının kapısı ve pencereleri boyasızdı, daha doğrusu yüz yıllık boyalarla duruyordu. Oldu olası lüks mekânları hiç sevmemişti zaten. Radyoda Münir Nurettin Selçuk’ un“ Dönülmez Akşamın Ufkundayım” şarkısına eşlik ediyordu.

 

Yüreği burkuldu manav Rıza’nın. Bir yudum daha aldı rakısından, ardından özenerek hazırlamış olduğu beyaz peynirin tadı ağzında yavaş yavaş kayboldu. Şarkı bitmesin istedi. Bitmesin hep sürsün. “Keşke bir kasetçalar olsaydı da bu şarkıyı bir daha başa alabilseydik daha ne isterdim ki yeğenim?”

Tekrar başa döndük. “Dönülmez Akşamın Ufkundayım”ı söyleyerek içindeki son pilleri harcarken radyo, Manav Rıza iç çekip uzun bir yudum aldı rakısından. Gözleriyle karşısında oturan yeğenine derin bir " Ahh " çeken Manav Rıza sigarasının dumanında (dumanından yanan) gözlerini kapıya dikmiş, sanki o ortamda değilmişçesine düşünüyordu. Göz göze geldiler bir an, gözlerini indiren Manav Rıza önündeki zeytinden bir tane alarak, ekşinin verdiği tadı hissetti. Hissettiği bir şey daha vardı: Üzerindeki bir çift göz. Tekrar başını kaldırdığında yeğeniyle göz göze geldi. Gözlerinin dolduğunu hissetti ve kaçırırcasına kapattı.

Bir eliyle astarı sökülmüş ceketini alan Manav Rıza kır bıyıklarının altından gülümseyerek, yeğenine doğru baktı. Tahta sandalyeyi küflenmiş zeminde gıcırdatarak çekti Manav Rıza. Ardından yeğeninin karşısına geçti ve oturdu Manav Rıza. Uzun uzun gözlerine baktı ve elini omzuna koydu... Yıpranmış, yorulmuş, hayatın ağırlığını taşıyan bir eldi sanki. Yeğeni elin ağırlığını omzunda hissederek başını kaldırdı, Manav Rıza sanki bir depremi andıran sesiyle konuşmaya başladı:

- Senin yaşındaydı... Senin gibi boyu da kısaydı biliyor musun?

Sessizce dinlemekle yetindi yeğeni. O depremden çıkmışçasına titreyen ses ilginç bir huzur veriyordu gönlüne. Devam etti ses:

- 20 sene önceydi. Aslan gibiydi, dağ gibiydi. Sıksa taşın suyunu çıkarırdı.

Tekrar gülümsedi Manav Rıza, ama dolan gözlerini gizleme gülümseyişi olduğunu hemen fark eden delikanlı yaşlı adamın alkolün ve sigara dumanının etkisiyle kırmızılaşmış gözlerine baktı.

 

- Dünya küçük derler evlat, eğer küçükse ben kardeşimi 20 senedir neden neden unutamıyorum? Neden kaybettim kardeşimi? Yoksa bu kadar mı zalim bu dünya...?

 

Yeğeninin verecek yanıtı yoktu (bu sorulara) kardeşi için, çareyi kadehini kaldırıp Manav Rıza’nın kadehine vurmakta buldu. Bir yudum daha içmek istemesine rağmen o bir yudum boğazından geçmedi. Yutkunurken zorlanması gözünden kaçmamıştı.

Manav Rıza devam etti:

 

- Bak yeğenim, sen de buradasın, ben de.. İkimiz de şu gözünü sevdiğimin rakısını içiyoruz, cigara ile dans ediyoruz... Ben her yeri dolaştım bulamadım aslan kardeşimi, ama her akşam bu puslu ortamda, şu gördüğün şişenin sonunda arıyorum onu, ya sen ne arıyorsun?

 

Bir an duraksadı yeğeni… Neyi kaybetmişti? Kendine bu soruyu sormaktan hep kaçmıştı. Ama Manav Rıza’nın karşısında kaçamadı. Titreyen sesi tek kelime söylemeye yetti:

- Dayımı. dedi yeğeni. Manav Rıza elini tekrar yeğeninin omzuna koyarak devam etti:

 

- Neyi kaybettiğini bile bilmiyorsun artık değil mi? Hep eksik bir şeyler var ama bilmiyorsun öyle mi?

Yavaşça gözlerini kaldırdı yeğeni. Başıyla önündeki bu yaşlı hayat ağacını onaylarken gözlerine daha derin baktı. Kendisi gibi ihtiyarın gözleri de maviydi. Ama ne mavi! Acımasız dalgaların, durmaksızın dövdüğü kayaların güneşte yansımasını andıran bir renk. Solmuş ve kendini renksizliğin kucağına bırakmış bir mavi... Kim bilir belki de yaşamın her yüzünü görmek böyle yapıyor insanı, diye düşündü. İhtiyarın sorusuna “Evet!” demek isterken, sözlerine boğazındaki hıçkırıklar engel oldu delikanlının.. Adam deprem sesiyle devam etti:

 

- Ben biliyorum da ne oldu? Keşke o gün gitmeseydi koyunları otlatmaya anasını satayım. Hurmalı’ya git dedim Ahmet’ime, canım kardeşime. Annem de aynısını söylemişti dinlemedi bizi, kader onu ecele çekmişti. Tutturdu illa Telsiz’e gideceğim diye. Elin gavuru attı top mermilerini Alman Harbi’nde mermiler ta Telsiz evkiine kadar gelmişti. Ahmet kardeşim de patlamamış Alman mermisini bulmuş. Cahillik işte, av tüfeğinde kullanırım diye sen tut, merminin içindeki barutu çıkart. Paslanmış mermi ile uğraşırken mermi elinde patlamış. Her tarafı yara içinde “Su su…” diye inliyordu Ahmet’im… Biz çaresizdik ne yapacağımızı bilemedik. Yaralı insana su verilmezmiş dediler büyüklerimiz. Biz de çekindik. Kınalı genç yiğit Ahmet’imizi susuz gönderdik onu yaratanına. 

 

Yılların eskittiği yumruğu yavaşça masaya indi. Masaya inen yumrukla irkilen yeğeni, sanki yüreğine gelmiş bir ateş gibi hissetti darbenin şiddetini.

Sözlerini bitirir bitirmez ceketini sırtına alan Manav Rıza, bedenini zor taşıyan bacaklarına bir güç daha verip ayağa kalktı. Dükkândan hızla çıkarak gözden kayboldu.

Masada kalan Bafra sigarası paketine gözlerini diken yeğen, soğuk bir kış günü suya batmışçasına titredi. Rakı kadehinden aldığı bir yudum boğazındaki düğümlerden geçemeyerek nefesini tıkadı. Ahmet dayısı sanki karşısındaymışçasına… Bu günlük de bu kadar haftaya görüşmek dileğiyle.

Kalın sağlıcakla…

  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
YUKARI